Ana Sayfa İletişim
Kullanıcı Girişi
Sakarya Hava Durumu

SAKARYA

Faydalı Linkler
















 

 

OĞUZ ÇETİNOĞLU – MEHMET ŞADİ POLAT

 

ORTADOĞU UZMANI Prof. Dr. ÖMER ALPARSLAN AKSU ile
AVRASYA COĞRAFYASINDA YAŞANAN ÜSTÜNLÜK MÜCADELESİ VE TÜRKLER hakkında konuştuk.

Soru: Kıyasıya bir üstünlük mücâdelesinin yaşandığı Avrasya coğrafyası hakkında genel bir değerlendirmenizle giriş yapabilir miyiz?

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: Dünya siyasî târihinde Avrasya, jeopolitik önemi dolayısıyla hep gündemde kalmış ve dünya hâkimiyetinin de hep merkezî olmuştur. Avrasya, dünya nüfusunun yaklaşık % 75’ne, dünya GSMH'nın % 60'ına, giderek artan ekonomik gücü, zengin tabiî yer altı ve yer üstü ham madde kaynakları ile enerji kaynaklarının da dörtte üçüne (% 75) sâhip olan bir bölgedir.

 Târihin gördüğü bütün büyük küresel güçler Avrasya'dan çıkmış ve birbirleri ile kendi aralarında rekabet etmiştir. Ancak Avrasya dışından gelerek, deniz gücü ile Asya'yı güneyden sarıp Avrasya'nın kalpgâhına girerek burada üstün­lük sağlayan ilk küresel güç, Kara Avrupa'sının her şeyiyle dışında olan İngiltere'dir (UK). İngiltere İkinci Dünya Savaşı sonrası güney Avrasya'daki gücünü yitirince bıraktığı boşluğu bu defa da ABD doldurur.
Avrasya tanımı genelde Avrupa ile Asya'yı kap­samasına rağmen, özel tanımı ve önemi dolayısıyla daha sınırlı bir bölgeyi kapsar. Bu da Avrupa ve Asya kıtasının bağlantı bölgeleri yâni eklemleri, Avrupa ve Asya Balkanları olarak adlandırılan bu coğrafya­ya "Orta Avrasya" veya "Merkezî Avrasya" da denir.
Bugünkü İslâm coğrafyası ağırlıklı olarak bu bölge­nin içindedir. Orta Avrasya aynı zamanda dünyânın da kalpgâhıdır. Bu bölge sâdece bugün değil, târih boyunca büyük güçlerin dünya hâkimiyeti için devamlı çatıştığı özel bir coğrafyadır. Orta Avrasya'ya 16. yüzyıla kadar Türk coğrafyası adı da verilmiştir. Nitekim Jeopolitiğin "Kara Gücü" teorisinin tanınmış siması Mackinder: "Dünya târihinin coğrafî ekseni gördüğü ve merkez bölgesini kalpgâh olarak adlan­dırdığı Avrasya'nın doğu-batı ekseni, Türk târihinin büyük bölümüne de eksen olmuş, Türk soyunun ana yurt, hayat ve hâkimiyet alanı olma özelliğini ta­şımıştır. Bugün de bu eksen Orta Asya'da ortaya çı­kan beş Türk Cumhuriyeti ile Orta Avrasya'nın doğu ve kuzeyine doğru genişlemiştir." demiştir.

Soru: Kadim Türk yurdu olan bu coğrafyada en büyük değişim Türklerde oldu. Önce göçler sonra insanlığın târihini yönlendiren değişim… Gelişmeleri yorumlar mısınız?

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: Türklerin İslâm öncesi batıya yürüyüşünün ana ekseni, Hunlarla doğudan Mançurya ve Moğolistan'dan, Hazar ve Karadeniz'in kuzeyinden Orta Avrupa içlerine kadar sürmüştür. Türklerin tâ­rihî yürüyüşünün seyrini ve güzergâhını değiştiren olay ise İslâmiyet'e girmeleridir. Böylece Müslüman­lığa devlet olarak ilk giren Karahanlılarla (942-1212) bu güzergâh yâni ana eksen, güneye Türkistan'a ve oradan da Hazar ve Karadeniz'in güneyinden İran üzerinden Anadolu'ya kayar.

Bu yürüyüş Türk Mille­tinin târihî mukadderâtını 2200 yıl boyunca, düzenli diyebileceğimiz hamlelerle Avrasya'nın kuzey do­ğusundan, güney batısına, yâni kapalı kıtadan açık kıtaya, sıcak denizlere doğru kaydırmıştır. Esâsen bu eksenin güneye kaymasına Arap Abbasi Devleti önemli bir rol oynamıştır. Çünkü Abbasiler asker­likte temâyüz eden Türklere ordusunu açıp, onlara en üst görevleri vermiştir. Böylece Türkler Abbasiler döneminde Orta Asya'dan, tâ Mısır'a kadar gider ve orada askerî dehâlarını göstererek devletler kurarlar.

Esâsında ilk Müslüman Türk Devleti olarak Karahanlılar gösterilirse de Karahanlılardan önce Mısır'da ilk Türk devletleri olan Tolunoğulları (868-905) ve Akşitler-İhşitler (935-969) vardır. Ancak bu devletlerin ahâlisi Türk değil, ama yöneticileri Türk'tür. Türklerin kendi güçleri ve millet olarak ken­di başlarına Orta Doğu'ya, Anadolu'ya akıp gelme­leri Selçuklular iledir. Türkiye ise bu kaymanın târihî ve jeopolitik sonucudur. Türkleri Anadolu'ya, Yakın Doğuya, açık kıtaya, Akdeniz'e çıkaran da Selçuk­lulardır. Türkiye Devleti'nin temelleri de Selçuklu ile atılır. Osmanlı ile de Türklüğün ağırlık noktası Anadolu'dan batıya, Avrupa Balkanlarına ve Doğu Akdeniz çanağına kayar. Târihte Orta Avrupa’ya Kuzey Türklerinden sonra tekrar yönelme bu defâ Karadeniz'in güneyinden yâni Anadolu üzerinden Osmanlılarca gerçekleştirilir.

Soru:  Avrasya bir bütün olmakla birlikte, bütünün parçaları farklılıklar gösteriyor mu?

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: Avrasya'nın kalpgâhı olan "Orta Avrasya" veya "Merkezî Avrasya"; Karadeniz'in batısından İskandinavya'nın doğusuna çekilen bir hattın doğu­su ile Hindistan, Çin ve Japonya'nın batısında bulu­nan kara parçasıdır. Dolayısıyla bu tanım, batısında bugünkü Balkan Ülkeleri hâriç Avrupa Birliği ülkeleri ile doğusunda da Japonya, Çin ve Hindistan gibi, bu iki bloğun arasında kalan bölgeye verilen addır.
Orta veya Merkezî Avrasya bölgesi ise; târih boyu canlı kadim milletlerin yurdu olan ve bugün ise Büyük Orta Doğu olarak adlandırılan İslâm coğrafyasıdır. Bu "Orta Avrasya" veya "Merkezî Avrasya" bölgesi târihî süreçte başlangıçta tek yapı olarak Türklerin, daha sonra Türklerle Rusların ve nihâyet 1895 Pamir antlaşması ile başlayan ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında da Ruslarla İngilizlerin kontrol ettiği bir bölgedir. Bu târihten sonra da Orta veya Merkezî Avrasya, kuzey ve güney Avrasya olarak da ikiye ayrılır.

Soru: Türklerin Avrasya coğrafyasında yerinden söz eder misiniz?

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: Merkezî veya Orta Avrasya’nın ilk bilinen kadim milleti Türklerdir. Z. Velidi Togan," Türklerin menşe'i bahis mevzuu olunca, gözler, bugün dahî bunların ekseriyetinin yaşamakta olduğu Orta Asya’ya (Doğu ve Batı Türkistan'a) dikilir; fakat bu milletin ikinci büyük ve kuvvetli kitlesi Ön Asya'da ve Karadeniz etrafında yaşamaktadır." Türklerin târihini yazan Jean-Paul Roux, "Türklerin insanlık serüvenindeki rolü temel nitelikte olmuştur. Sâdece Osmanlı im­paratorluğunun özellikle 16. yüzyılda dünyânın en büyük gücü olduğu bilinir.

Buna karşılık, Türklerin Mançurya'dan Macaristan'a bütün Avrasya bozkırla­rını baştanbaşa sardığı, Avrupa ve Uzak Doğuyu saldırıları ile bunalttıkları, Hindistan'a, Ruslara boyun eğdirdikleri ve hâkimiyetlerini Pekin'e, Delhi'ye, Kâbil'e, İsfahan'a, Bağdat'a, Kahire'ye, Şam'a, Kostantinopolis'e, Tunus'a, Cezayir'e kadar yaydıkları pek bilinmez."

Türk târihî genelde hep Orta Asya'nın doğusun­dan yâni kuzeydoğu Avrasya’da bulunan bugünkü Moğolistan bölgesinden büyük dalgalar hâlinde gelerek, Avrasya'nın batısına ve güneyine yayıldığı şeklindedir. Burada sırasıyla Sakalar (İskitler), Hunlar, Avarlar, Göktürkler, Uygurlar, Karahanlılar, Altın Ordu, Moğollar ve nihâyet Timur imparatorluk­ları hüküm sürmüştür.

Bu sayılan büyük Türk imparatorlukları ağırlıklı olarak kuzey olmak üzere, bugünkü Orta Avrasya'nın tamâmına hâkim olurlar. Esâsında Türkler, İslâm öncesi dönemde Gök Tanrı ile güneşe yönelip onu da "Kızıl Elma" olarak algılamıştır. Bu sebeple Türk­ler, Kızıl Elmayı tâkip etmişler yâni, devamlı surette güneşin batışı yönünde hep batıya gitmişlerdir. Türkle­rin hep batıya yönelişi sonuçta Hun İmparatoru Atilla ile karşısına Avrupa'nın en batısındaki Roma İmparatorluğu’nun karşılaşmasına yol açar. Sonradan yine batıya yürüyüşün Osmanlı ile de sürdüğünü ve yine Fâtih Sultan Mehmed Hân'ın Doğu Roma'yı alıp, Batı Roma'yı da almak içinde güney İtalya'da Otranto'ya çıktığı bilinmektedir. Fâtih Sultan Mehmed'in vefatı üzerine bu sefer tamamlanamamıştır.

Soru: Türklerin göçleri hangi sebeple durdu?

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: Türklerin Avrasya’daki batıya yürüyüşleri hem kuzeyden hem de güneyden 17. yüzyılın sonlarında durur. (1683 Viyana kuşatması). Bu târihten son­ra Kuzey Avrasya’daki yürüyüş, Ruslarla batıdan doğuya doğru yön değiştirir. Bunu sağlayan süreç ise, Türk olan Timur'un yine Türk olan Altın Ordu Devleti'ni yıkması ile başlar. Ruslarla Avrasya’da yön değiştiren yürüyüş, sâdece Karadeniz ve Hazar'ın Kuzeyinde kalır. Yâni Ruslar sâdece Avrasya'nın kuzeyinde kalırlar, güneye bir türlü inemezler. Gerçi Ruslar da târihî süreçte güneye yürüyüşünü Balkanlar­dan, Kafkaslardan ve nihâyet son yürüyüşlerini de 1979'da Afganistan üzerinden de denemiş olsalar da sonuçta başaramazlar.

Türklerin târih boyunca Avrasya’da hep doğu­dan batıya doğru yayıldığını Carter V. Findley, kitabında: "Türklerin iki bin yıl boyunca Avrasya’da yayılmalarının târihî, bugünkü medeniyetler çatışması tartışmalarından yüzyıllar öncesi başlamıştır. Türk­ler Avrasya boyunca doğudan batıya göçerken medeniyetler arasında da göçmüşler, ama bu süreçte kimliklerini de korumuşlardır. Ayrıca çok uzun dö­nemler boyunca belirli bir medeniyeti benimseyip o medeniyetin gelişmesine katkıda bulunabileceklerini de göstermişlerdir" Burada özellikle belirtmek ge­rekir ki, Türkler kadar medeniyetler arasında geçişi ve değişimi kolaylıkla sağlayan başka bir millet de yok gibidir

Soru: Avrasya’da üstünlük mücâdelesinin târihî gelişimine geçebilir miyiz?

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: Avrasya'da ilk üstünlüğü sağlayan devlet, Sakalardır. Sonra Hunlar olmuştur. Hunlardan sonra Asya'dan gelen üçüncü dalga Avarlardır. Önce Ha­zar Denizi’nin kuzeyi, Kafkaslar ve Karadeniz'in ku­zeyini alarak bugünkü Macaristan'a gelip yerleşirler. Avrasya'da en büyük güç olurlar.                                                                                                                              

Türk Avarlar, Avrasya'nın en kuzey batısındaki bataklık ve ormanlarından getirdikleri Slavları güneye getirip bugünkü Ukrayna ile Sırbistan arasın­daki verimli topraklara yerleştirirler. Slavları, Rusları târih sahnesine çıkaran Avarlardır. Ancak Avarlar yıkıldıktan sonra zamanla güçlenen Rus Knezlikleri birleşerek, bugünkü Ukrayna bölgesinde önce Kiev, sonra da Moskova Knezliği'ni kurarak târih sahnesine çıkarlar. Ruslar, giderek 14. yüzyıldan itibâren Avrasya'nın kuzeyinde varlık göstermeye başlar­lar. Böylece Ruslar, Çarlık Rusya'sı ve sonrasında SSCB ile târihin gördüğü en büyük imparatorluklar­dan birine sâhip olurlar.
Avarlardan sonra gelen Moğollar, mâlûm târihte doğudan batıya yönelen ve târihin gördüğü en büyük kara imparatorluğunu kurarlar.
Avrasya'da Moğollardan sonra gelen diğer bü­yük güç Timur İmparatorluğu'dur. Timurlular ise Avarlar gibi yine Ruslara yardım bakımından bir ayrıcalığa sâhiptir. Avrasya'da nasıl Avarlar Rusları ortaya çıkardıysa Timur da Rusların önünü açıp, ba­tıdan doğuya yönelmesini sağlamıştır. Timur önce Avrasya'nın kuzey batısındaki Altın Ordu'yu (1395) sonrada güney batıdaki Osmanlı'yı (1402) yıkarak, Avrasya'da Rusların önünü açar. Avrasya'da bun­dan sonra Ruslar önce dağılan bütün Tatar toprakları­nı (16. yy.da), sonra Timur'un varislerinin toprakları­nı (17.yy ve 18.yy.da) nihâyet Osmanlı topraklarını (19. yy.da ) ele geçirir.
Târihî süreçte Avrasya'da üstünlük, 16. yüzyıla kadar kesintisiz Türklerin elindedir. Ancak 16. yüzyıldan itibaren Ruslar da Avrasya'da kendini gös­terir. "Ruslar, kıtalararası yâni Pasifik Okyanusuna varan genişlemeye, 1555 de Altın Ordu Devleti'ni yıkarak 1581 de Ural dağları bölgesini, giderek Sibirya ve Çin'den aldıkları ile 1860 da Pasifik Ok­yanusuna kadarki Kuzey Avrasya'yı alarak Çin ile komşu olur."

Soru: Çin’in durumu nedir?

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: Çin ise Avrasya'da üstünlük mücadelesinde ilk defa bölge dışına taşarak, yâni Altay ve Tanrı Dağ­larını aşarak batıya, Orta Asya'ya 751 yılında ilk ve son defa geçmeye çalışır. Ancak Çinliler, Müslüman Araplarla birlikte Kalmuk Türkleri’nin meydana getirdiği ordu karşısında Talas Savaşı'nda yenilir. O târihten bu yana Çin Avrasya'nın batısına doğru yâni Merkezî Avrasya'ya yönelme gibi bir heves ve çaba içerisine girmez. Sâdece Doğu Türkistan'a kadar genişler. Bu sebeple Avrasya'daki üstünlük mücâdelesi 16. yüzyıldan, 19. yüzyıla kadar Türklerle Ruslar arasında geçer.

Kuzey Avrasya bu târihî süreçte sâdece Türkleri ve Rusları tanımıştır. Gerçi bu arada yakın târihte batı'dan, Katolik Avrupa'dan Rusya'ya iki istila Napolyon ve Hitlerle görülür. Ancak Rusya'nın güçlü generali Mareşal Kış'a yenilerek geri dönerler. Bu nedenle Kuzey Avrasya coğrafî çetinliği yüzünden pek dış istilalara Güney Avrasya kadar maruz kal­mamıştır. Dolayısıyla Kuzey Avrasya'da Türklerle Ruslar, bu iki millet târihî süreçte birlikte iç içe yaşa­mışlar ve birbirleri ile kolayca bütünleşmiş ve 1991 yılında dağılırken de büyük bir sıkıntı veya savaş hâli yaşanmadan kolaylıkla da ayrılmışlardır.

Bu sebeple Avrasya'nın kuzeyi güneyine göre her zaman daha istikrarlı kalmıştır. Çünkü coğrafî şartlar, yerellik bunu kolaylaştırmıştır. Gerisi artık târihin getirdi­ği ve milletlerin kendi aralarındaki "Med-Cezir" git-gel'lerinin şekillendirmesinin tabiî sonucu olarak karşılanıyor. Bu da târih ve coğrafyanın kucağındaki bu iki milletin "git-gellerini anlaşılır ve uzlaşılır kılı­yor. Onun için 21. yüzyılın ilk çeyreğinde ise, kuzey Avrasya'da târihin med-cezir (gel-git) olayının bu sefer Türkler lehine çalışmaya başladığı görülüyor. SSCB'nin dağılması sonucu yeniden bağımsızlıklarına kavuşan Türk Cumhuriyetlerinin ortaya çıkmasıyla Türklerle Ruslar arasında tekrar ikili bir yapı sessiz­ce, kavgasız gürültüsüz meydana geliyor.

Soru: Avrasya’nın güneyinde de Türkleri görüyoruz…

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: Orta Avrasya'nın güneyinde kendilerini göste­ren büyük Türk devletleri; Karahanlılar, Büyük Selçuklular, Gazneliler, Timurîler, Babüroğulları, Safevî-Avşarlar ve nihâyet Osmanlılardır. Ancak unut­mamak gerekir ki, Orta Avrasya'nın kuzey ve güney şeklinde ikiye ayrılması 1895'te İngiltere, Rusya ve Çin arasında yapılan Pamir Antlaşmasından sonra kendini gösterir. Yoksa daha önceki Türk hâkimiyeti dönemlerinde kuzey-güney ayırımı yoktur. Türkler bu her iki bölgeye de birlikte egemendir.
Türkler zaman zaman Avrasya'nın dışına da çı­karlar. Avrupa'yı olduğu gibi, Çin'i ve Hindistan'ın ve Afrika'nın kuzeyini de ele geçirirler. Ancak bu bölge­lerde sonradan tutunamazlar ve tekrar kendilerinin hayat sâhâsı olan Orta Avrasya'nın doğu-batı ek­senine çekilirler.

Orta Avrasya'nın güneyi, bugün itibariyle, doğu­da Çin ve Hindistan'ı dışarıda bırakıp, batıya doğru Pakistan, Afganistan, Orta Asya devletleri, İran, Irak, Arabistan yarımadasının Doğu Akdeniz çanağındaki Arap devletleri, Balkanlar, İsrail ve Türkiye'den meydana gelir.

Târihinin çok hareketli, dolayısıyla devamlı değişim yaşayan ve çok kan dökülen bir bölgesidir. Merkezî veya Orta Avrasya'nın güneyi jeopolitik açıdan dünyanın kalpgâhıdır. Bu bölge aynı zamanda kadim mede­niyetlerin de merkezîdir. Ayrıca suyollarının, ticâret yollarının, dinlerin, dillerin, imparatorlukların tam kesişme ve kavşak noktasıdır. Kuzey Avrasya'nın dinginliğine, kısmen istikrarlılığına rağmen, Orta Avrasya'nın güneyi ise tamamen istikrarsız ve kargaşanın kördüğüm ve savaşların yoğun olduğu bir coğrafyadır. Bu durum dün de böyleydi hattâ bugün de daha fazlasıyla böyledir.

Soru: Böylece Avrasya coğrafyasındaki üstünlük mücâdelesinde Avrupalılar mı devreye giriyor?

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: 19. ve 20. yüzyılda Avrasya'nın eklem bölgesin­de yâni kalpgâhında bundan böyle üstünlük mücâdelesi İngiltere, Almanya ve Rusya arasında gelişir. 1854 yılında Osmanlı'nın yanında Kırım Savaşı'na katılan Fransa ve İngiltere, Rusya'nın o sırada Gü­ney Avrasya'ya yönelmesini frenler. Ancak Rusya Alman desteği ile 1878 savaşında Osmanlı'yı ye­nerek bir diğer süper güç konumuna erişmesiyle güney Avrasya'da dengeler yeniden bozulur.

Bunun üzerine İngiltere Güney Doğu Avrasya'ya yönelerek, 1858 yılında Hindistan'daki Türk Babüroğulları Devleti'ni yıkar ve o bölgeyi ele geçirir. Böylece yüzyıllardır Güney Avrasya'da hüküm süren Türk­lerin doğu kanadı kırılır. Böylece Güney Avrasya'da İngiltere ile yeni bir dönem başlar. Artık bundan sonra İslâm dünyasının ve dolayısıyla da onu tek başına temsil eden Türk dünyasının çözülmesi ile işlerin ters gitmeye başladığı görülür. Böylece Güney Avrasya'nın doğusunu işgal eden İngiltere batıya doğru ilerlemeye başlar.

Bu arada İngiltere Rusya'nın güneye sarkmasını önlemek maksadıyla 1895 yılında Pamir Antlaşmasını imzâlar. Bu anlaşma gereğince Rusya Orta Asya Türk bölgesinde kalarak güneyi İngiltere'ye bırakır. Böylece güneyde rahatlayan İngiltere Babüroğulları Devleti'ni yıktık­tan sonra arkasından Afganistan ve İran'da Türk soylu Safevîlerle başlayan Kaçar Hânedanlığı'nı ve nihâyet Osmanlı Türklerinin bulunduğu bölgeyi de kontrolüne geçirmeye başlar. Böylece İngilte­re ve Rusya 1895'te yaptığı Pamir Antlaşması'yla, Avrasya'nın kalpgâhını, yâni Merkezî Avrasya'yı kuzey ve güney şeklinde aralarında bölüşler. Yaklaşan Birinci Dünya Savaşı ile de Osmanlı ve Almanya'yı tasfiyeye çalışan Avrasya'da iki önemli aktör olurlar.
Sonuçta Avrasya'nın kuzeyindeki Türk bölgeleri­ni Rusya, güneyindeki Türk bölgelerini de İngiltere kontrol etmeye başlar. Böylece Avrasya'daki son Türk devletleri Osmanlı ile Safevi-Kaçar Hânedanlığı, kuzey'den Rusya'nın, güney ve doğudan da İngiltere'nin kıskacına girer.

Soru: Yirminci yüzyılda durum nasıl oldu?

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Güney Avrasya'daki üstünlük mücâdelesi; artık öncelikle askerî harca­malarla gücü tükenen, batı'daki sanayi devrimini yakalayamayan ve son dönemlerinde de sâdece dengelerden yararlanan Osmanlı'yı yıkma mücâde­lesine dönüşür. Çünkü Hindistan'da Babüroğulları yıkıldıktan ve İran'daki Kaçar Türk Hânedanlığı da kontrol altına alındıktan sonra sıra, batıya dire­nen en son ve en önemli Türk-İslâm devleti olan Osmanlı'ya gelir.
20. yüzyılın ilk yarısında Avrasya'daki üstünlük mücâdelesi Ruslar, Almanya ve İngiltere arasında olur.
Târihte Türklerin İslâm’a girişi olan 751 yılın­dan sonra giderek 20. yüzyılın başına kadar güney Avrasya'nın tamâmında Türklerin egemenliği görü­lür. Ancak 1858 yılında Britanya'nın Hindistan'ı işgâli ile durum değişmeye başlar. Güney Avrasya'da artık bundan sonra üstünlük çatışması İngilizler ile Türkler arasında Birinci Dünya Savaşı'na kadar devâm eder. 1858'den 1918 yılına kadar geçen dönemde Güney Avrasya'da egemenlik doğudan batıya doğ­ru giderek Türklerden İngilizlere geçer.

Soru: Birinci Dünya Savaşı ve sonrasına gelebilir miyiz?

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: Esâsında Birinci Dünya Savaşı, Almanya ile Britanya'nın Osmanlı Devleti üzerinden Merke­zî Avrasya'nın güneyini ele geçirme mücâdelesidir. Avrupa'da bir güç merkezî olan Almanya, Avrasya'daki Ruslarla İngilizler arasında Merkezî Avrasya'nın paylaşılması ile ilgili gelişmelerden ra­hatsız olur. Almanya kendisine hayat alanı (Lebens Raum) olarak hep doğuyu yâni Avrasya'yı görür. Oysa Almanya, Afrika'da büyük bir koloni kurmuş olmasına ve bu bölgeyi kontrol etmesine rağmen gözü hep Avrasya'dadır. Birinci Dünya Savaşı öncesi 'beş B' olarak bilinen Berlin, Belgrat, Bizans (İstanbul), Bağdat ve Bombay (Hindistan) hattını ele geçirmeyi hedef olarak belirlemiştir.

Hattâ Birinci Dünya Savaşı'nda Almanlar Osmanlı ile birlik olarak Berlin - Bağdat demiryolunun yapı­mına başlamışlardı bile ama olmadı. Almanya, sa­vaşı acı bir şekilde Avrasya inadı yüzünden kaybe­der. Nihâyet 1914'de Birinci Dünya Savaşı ile de Almanya ve Osmanlı devletleri yıkılır. Böylece Avrasya'daki üstünlük mücâdelesini Rusya ile Anglo-Sakson Bri­tanya kazanır.

Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı'nın yıkılma­sıyla Güney Avrasya'nın tamâmında hâkimiyet İngiltere’nin kontrolüne geçer. Böylece Türkler, Kuzey Avrasya'da Rusların, Güney Avrasya'da da İngiltere'nin baskısı ile bitirilme, hatta târihten silinme noktasına gelir. Bir yanda Sevr Antlaşması ile Osmanlı'nın tasfiyesi, diğer yanda da, İran'da Türk - Kaçar Hânedanlığı bir darbe ile yıkılarak, Türk olmayan Pehlevi ailesinin iktidara taşınması sağlanır.
20. yüzyılın ilk çeyreği hem Türk hem de İslâm târihinin en dibe vurduğu son Türk ve Müslüman devletlerinin de târihe gömüldüğü bir dönemdir. Ar­tık Avrasya târihini bir zamanlar tek başına bütün ihtişâmıyla dolduran Türk Milletine Avrasya mezar olur. Ancak son anda külleri üzerinde yeniden dirilerek Mondros Antlaşması'nı kabul etmeyen Gâzi Mustafa Kemâl ve arkadaşları, ellerinde kalan son Türk coğrafyası Anadolu'da tutunmayı başarır. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, hem de târihte ilk defâ Türk adını vurgulayarak bu milleti yeniden târih sahnesine sürme gücü ve becerisini gösterir.
Türkler, târih sahnesine çıktıkları yerden bu­gün ulaştıkları yerlere kadar çeşitli evrelerden geçmiştir. Türklerin; târihlerinin ilk dönemlerinde Ku­zey Avrasya'da batıya, Avrupa’ya uzanan kolu Hıristiyanlaşarak Türklüklerini Gagavuzlar dışında kaybetmiştir. Meselâ, Finler, Macarlar, Bulgarlar, Romanya ve Ukrayna'da Kumanlar ve Rusya'daki Çuvaşlar gibi. Oysa Müslüman olan Türkler Orta ve Güney Avrasya'da hâlen hayâtiyetini devâm ettirmektedirler. Bu hususa Türk târihini inceleyen Findley de dikkati çeker. "Türk târihinde hem uzun devamlılıklar hem de büyük dönüşümler vardır. Bu dönüşümlerin ikisi özellikle önemlidir: Türklerin İslâmiyet'i kabul edişleri ve modernliğe girişleri. "
Türkler, 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın ilk çey­reğinde artık bölgede bir güç olma konumunu kaybederler.

Soru: İkinci Dünya Savaşı boyunca hangi aktörleri görüyoruz?

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: Birinci Dünya Savaşı, Katolik Kutsal Roma Germen'in temsilcisi Almanya ile Avrasya'nın zen­gin hammadde ve enerji yataklarını kontrol eden Müslüman-Türk Osmanlı'nın tasfiyesi ile sonuçla­nır. Böylece Katolik Kutsal Roma Germen ile Müs­lüman Osmanlı'nın Avrasya'dan tasfiyesi ile mey­dan, Anglo-Sakson İngiltere-ABD ile Ruslara kalır.

Ancak Birinci Dünya Savaşı'nın ardından Avrasya dışından bölgeye yaklaşan Anglo-Saksonların akıl almaz ihtirası ve bölge için baş gösteren tehlikele­ri ilk sezinleyenler de Almanlarla Ruslar olmuştur. Bunu Brzezinski, "Hitler ile Stalin 1940 Kasım ayın­da yaptıkları gizli görüşmede, ABD'nin Avrasya'nın dışında tutulması gerektiği konusunda açıkça an­laşmaya varmaları dikkate değerdir. Her ikisi de, ABD iktidarının Avrasya'ya enjekte edilmesinin, kendi küresel egemenlik hırslarına engel olacağının bilincindeydiler. İkisi de Avrasya'nın dünyanın mer­kezi olduğu ve Avrasya'yı kontrol edenin dünyayı da kontrol edeceği anlayışını paylaşıyorlardı." şeklin­de belirtir.

Ancak hırsını kontrol edemeyen Hitler, dünyayı tek başına kontrol edebilmesi için târihî ve jeopolitik bir zorunluluk olarak gördüğü Avrasya'yı kontrol edebilmek için SSCB'ne saldırarak Stalin ile yaptığı anlaşmayı bozar. Avrasya'nın kalpgâhını tek başına ele geçirmek ister. Böylece o güne kadar Avrasya'yı kontrol eden Anglo-Saksonlara (İngiltere ve ABD) ve Ruslara karşı iki cephede birden sava­şır.

Bu sırada İkinci Dünya Savaşı ile Avrasya'nın doğu­sunda da yeni bir çatışma merkezi meydana gelir. Japonlar da gözünü diktiği ve kendilerine hayat alanı olarak seçtiği Avrasya'nın doğusundaki Mançurya'yı ele geçirmek arzusu ile SSCB'ne saldırır. Bu durumda Ruslar, batıdan Almanların, doğudan da Japonla­rın saldırılarına cevap veremez hâle gelir. Kuzey Avrasya'da Rusların artık sonunun geldiğinin işâ­retleri belirir. Aynı şekilde İngilizler de Almanlarla savaşta çok sıkışır. Avrasya üzerine tarafların kı­yasıya savaşı bütün dünya dengelerini alt üst eder.

Bu sırada İngiltere, kontrolden çıkan Almanya'yı frenleyecek tek güç olan yine kendinden olan Anglo-Sakson ABD'yi savaşa sokmanın peşindedir. Esâsen, ABD yönetiminde Anglo-Sakson ve Yahu­di lobisinin etkisi çok fazladır. Hele bir de bu arada Avrupa'da Yahudi soykırımını başlatan Almanlara karşı Yahudilerde de öfke son haddindedir. Bu se­bepten, ABD'nin savaşa karışması için bir yandan Fransa'dan sonra çökme sırasının kendisine de ge­leceği endişesi içinde kıvranan Anglo-Sakson İngiltere, diğer yandan da Avrupa da soykırıma uğrayan Yahudiler büyük çaba harcarlar. Ancak ABD Başka­nı’nın da istemesine rağmen kamuoyundan çekinildiğinden savaş kararının alınması da öyle çok kolay bir iş değildir.

İşte tam bu sırada beklenen fırsat düşer. Japonların Pearl Harbor'da Amerikan donan­masına saldırması üzerine ABD savaş kararı alarak Britanya'nın ve Rusya'nın imdâdına yetişir. Her iki cephede de savaşa girmesi ABD'yi de çok sıkıntıya sokar. Bunun üzerine ABD dünya târihinde ilk defa nükleer silâha başvurur. ABD'nin Japonya'ya atom bombasını atmasıyla savaşın kaderi değişir. Dünya târihinin en kanlı savaşı yaşanır. Bu nükleer gücün kullanıldığını gören Almanlar ve Japonlar sa­vaşı bırakmak zorunda kalırlar. Böylece her iki ülke de savaşı kaybeder, ülkeleri de işgâl edilir.

Soru: İkinci Dünya Savaşı sonrasında…?

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: İkinci Dünya Savaşının hemen sonrasında SSCB'nin Stalin ile birlikte sosyalist bir yayılmacı politikaya yönelmesiyle ABD ile SSCB karşı karşıya gelir. Rusya Avrasya'da gücünü yeniden ortaya koyar ve sosyalist rejimini de bütün dünyaya yaymaya çalışır. Bu durum, ABD'yi sosyalist sistemin karşısı­na demokrat dünyayı yanına çekerek bölgede tam hâkim unsur kılar. ABD bunun üzerine Batı Avrupa, Japonya ve Kore'ye yerleşir. Böylece ABD'nin önderliğindeki 'Demokrat Dünya' ile SSCB'nin ön­derliğindeki 'Sosyalist Dünya' arasında Soğuk Sa­vaş dönemi ile ilk defa dünya çapında ve ideolojik bir yapıda iki küresel süper güç olarak ortaya çıkar.

İkinci Dünya Savaşı, Katolik Kutsal Roma Germen ütopyasının Hitlerle birlikte bir daha dirilmemek üzere çökertilmesi ve Orta Avrasya'ya devamlı gözünü diken Almanların, 20. Yüzyılda ikinci defâ yenilmesi üzerine, tasfiyesi ile sonuçlanır. Böylece yıkıcı ve kanlı Birinci ve İkinci Dünya Savaşı ile Protestan Anglo-Saksonlar ile Ortodoks Rusya'nın ittifâkı, Kara Avrupa'sını yâni Katolik Roma Germeni ve ütopya­sını ezerek, yıkarak, artık bundan sonra büyük bir güç olma ve dünyanın kalpgâhı Orta Avrasya'ya veya Merkezî Avrasya'ya musallat olma konumun­dan çıkarır. Artık bundan sonra Kutsal Roma-Ger­men ütopyası yerine Protestan Anglo-Sakson dünya hâkimiyeti ve tek dünya ütopyası kendini gösterir.
Katolik dünyanın merkezî Vatikan, Katolik Av­rupalı liderlerin Birinci Napolyon ve Hitler örneğinde görüldüğü gibi hırslarını engelleyemez. Dolayısıyla Vaterloo, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı ile Katolik ağırlıklı Kara Avrupa'sı gücünü yitirir, bütün iddiasını kay­beder. Bunun üzerine bu olaylardan ders alınarak Roma-Vatikan'ın himâyesinde Avrupa Birliği şeklin­de yeniden toparlanmaya çalışırlar. Bu toparlanma Alman Başbakanı Adaneuer ile Fransız Başkanı De Gauel'ün işbirliği ile yeniden canlandırılır. Ancak bu iki lider öldükten sonra bu ideal tekrar sulandırılır. Bunu da İngilizler diplomasi ile sağlar.
Oysa İngiliz­lerin Avrupa Birliği'ne katılma müracaatları Adanuer ve De Gaul döneminde hep reddedilir. İngilizlerin bu Katolik birliğinin oluşmaması içip elinden gele­ni arkasına koymadığı da bilinir. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı sonrası yakılıp yıkılan Avrupa'nın toparlan­ması ve SSCB'nin tehditlerinden de korunması için Avrupa'ya yerleşen ABD ve onun askerî şemsiye­si NATO'nun altında yeniden Katolik Avrupa Birliği ideali-Nazi Almanya'sının yaptıkları da daha hâlâ hafızalarda taze iken, ne dereceye kadar gerçek­leştirilebilir o da ayrı bir soru.
Ancak ne var ki, İkinci Dünya Savaşı bütün Avrupa'yı, bu arada da her iki savaşın ABD takvi­yeli gâlibi İngiltere'yi de bitirir. Bu sebeple bundan böyle batı'yı artık ABD tek başına temsil edecek ve Avrasya'ya yönelme ve kontrol etme görevini de tek başına üstlenecektir.

Soru: Rusya devreden çıkartılıyor mu?

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: İkinci Dünya Savaşı'nın iki müttefiki SSCB ile ABD savaş biter bitmez hemen düşman cepheleri pay­laşırlar. ABD bundan sonra SSCB'nin karşısına hem Avrupa'da hem de pasifikte dikilir, ABD NATO, SSCB'de VARŞOVA askerî ittifakını kurar. Bundan sonra dünyada Avrasya üzerinde ABD-SSCB ara­sında başlayan küresel üstünlük mücâdelesi "So­ğuk Savaş" olarak adlandırılan yeni bir döneme gi­rer. Böylece ABD, SSCB'yi batıda Batı Avrupa'dan ve doğuda da Japonya ve G. Kore üzerinden kıs­kaca alır.
Böylece gelişen durum; Birinci Dünya Savaşından yeni büyük bir küre­sel güç olarak ve iyice güçlenerek çıkan SSCB ile İkinci Dünya Savaşı'nın kaderini tek başına değiştiren ABD'yi devreye sokar. Artık bundan böyle dünya, batılı kapitalist, demokrat dünyayı temsil eden ABD ile sosyalist dünyayı temsil eden SSCB şeklinde iki kutuplu hale dönüşür.
İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD, târihte ilk defa Avrasyalı olmayan, ancak târihin gördüğü en büyük teknolojik, ekonomik ve askerî küresel bir güce sâ­hiptir. İkinci Dünya Savaşı, Amerikan askerî gücünün Avrupa'ya yoğun bir biçimde çıkarılması için ilk fır­satı sağladı. Bu uluslararası arenada ortaya çıkan yeni bir oyuncunun sinyalini veren, büyüklüğü ve genişliği görülmemiş boyutlarda bir okyanus ötesi askerî harekâttı. ABD, Birinci Dünya Savaşı bitince tekrar kıtasına çekilmişti. Oysa İkinci Dünya savaşı ile ABD, SSCB'nin karşısında ona meydan okuyan bir karşı güç olarak dünya politikasındaki yerini alır. Av­rupa ve diğer demokratik kapitalist dünyayı da arka­sına alarak SSCB'ye karşı soğuk savaşı başlatır.
Burada SSCB, Çin'i de yanına alarak, birlikte Avrasya'nın tamâmını ele geçirip kendini dünya­nın hâkimi ve tek küresel güç olarak görmek isti­yordu. 1960'lardan sonra Orta ve Güney Amerika'dan, özellikle Orta Doğu'da İsrail karşısın­da bocalayan Arap ülkelerini de yanına alarak oluşturduğu enerji tekeli ile batıya sıkıntılı dönemler yaşattı. Hatta 1970'li yıllarda Doğu Asya'da ABD'nin Vietnam bozgununu da yönetti.

SSCB'nin ABD tarafından hem doğudan hem de batıdan kuşatılması, Rusya'nın orta bölgeden güneye, kadim sıcak denizlere çıkma projesini tekrar gündeme getirir. Balkanlardan Adriyatik Denizi’ne ve İstanbul Boğazı’ndan Ege Denizi'ne çıkamayan Rus­lar bugün son çâre olarak Avrasya'nın güneyindeki Afganistan üzerinden Hint Okyanusuna çıkmayı de­ner. Çünkü Avrasya'nın doğusundan ve batısından kuşatılan Ruslar için son çâre Güney'e yönelmedir. Zâten 1895 Pamir Antlaşması da; Britanya'nın devre dışı kalmasıyla hükmünü yitirmiştir. Bunun yerine o bölgede bağımsızlığını kazanan Hindistan'la da ilişkileri geliştirir.

Onun için çıkar yol güneydedir, Rus politikacı Viladimir Jirinovski bu pro­jeyi; "Güneye Doğru Son İlerleyiş" adlı kitabında uzun uzadıya anlatır. Jirinovski kitabında: "Güneye doğru son ilerleyiş, yâni Rusya'nın Hint Okyanusu ve Akdeniz'e açılması, gerçekten Rusya'yı kurtaracak tek yol." olduğunu belirtmektedir. Doğudan ve batı­dan sıkıştırılan Rusya'nın güneyden kendine sıcak denizlere çıkış yolu araması hep düşünülmüştü. An­cak bu yol vaktiyle İngiltere tarafından kapatılmıştı. Bu konuda Rus târihçi Nikolay Starikov, "Rusya'nın yıkılmasını kim finanse ediyor?" adlı kitabını Pravda gazetesindeki tanıtım yazısında, "İngiltere'nin Türk boğazlarının Moskova'nın eline geçmemesi için ül­kede 1917 devrimini yaptırdığını, 200 yıl boyunca İngiltere, İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerin­den Akdeniz'e çıkmamızı bloke ettiğini" anlatıyor.
İngiltere 1895 Pamir Antlaşması ile Rusları Orta Asya'ya hapsederek, Hindistan, Afganistan, İran ve Arabistan'ı kontrolüne alarak Ruslara güneyi kapa­mıştı. Ancak 1970'ler de gücünün zirvesinde olan Rusya, önce Arap dünyâsına sokularak İsrail yü­zünden sıkıntı çeken ABD'yi o bölgede sıkıştırmaya ve onu orada hapsetmeye çalışır. Böylece Sovyet­ler vaktiyle Güney Avrasya'da İngiltere'nin çizdiği sınırların artık değişmesi gerektiğine olan kuvvetli inancı sonucu önce çok zayıf ve belirli hazırlıkların da yapıldığı güneydeki zayıf halka Afganistan ile sı­cak denizlere giden yolu açmayı bu bölgede sınırla­rı değiştirmeyi düşünür.
Rus politikacısı Jirinovski kitabında "Rusya, yeni jeopolitik formüle uygun olarak Güneye Doğru Son İlerleyişi mutlaka gerçekleştirmelidir. Bu yürüyüşten maksat, Rusya'nın güney sınırlarındaki tehlikeyi ortadan kaldırmak, komşu ülkelere yardım etmektir. Rusya; anlaşmazlığa sebep olacak problemlerin çözümlenmesine ve barışın sağlanmasına yardım­cı olarak komşularının, barış ve güven içerisinde yaşamasını sağlayacaktır. Rusya güneyde bütün gerginlik ve çatışmaya sebep olacak ihtilaf odaklarını söndürecektir. Ruslar, bölgedeki istikrar ve barış unsuru olarak değerlendirilmelidir. Tıpkı Hint Okyanusu sâhilindeki ileri karakol gibi. Hıristiyanlarla Müslümanlar, Türklerle Farslar, Şiilerle Sünniler arasındaki çatışmalar önlenecektir. Rusya, suları ılık olan Hint Okyanusu sahillerine mutlaka çıkma­lıdır. Bu Rusya'nın geleceğidir. Bu bir alın yazısıdır. Rusya'nın kaderi olacaktır. Biz bunu gerçekleştir­meliyiz, çünkü başka çıkar yolumuz yoktur. Bu jeo­politik bir ihtiyaçtır ve gelişmemiz bunu emretmek­tedir. Elbisesi küçülmüş çocuk gibiyiz. Rusya yeni elbisesini giyinmelidir.

SSCB'nin, Güney Avrasya'yı ele geçirme, sıcak denizlere çıkma hayâli o sırada zâten Afganistan yönetiminde etkili olan Rusları heyecanlandıran İran'daki bir gelişme ile yeniden depreşir. Oysa SSCB'nin, İran'da gelişen ABD karşıtlığıyla ortaya çıkan Humeyni rejiminin iktidara gelmesini fırsat bilerek, bölgede oluşan istikrarsızlıktan faydalana­rak Afganistan'ı işgâli büyük bir jeostratejik hatâ idi. Belki de ABD'nin bilerek SSCB'ne böyle bir fırsatı, kapıyı aralaması idi. Çünkü İran'daki ABD yanlısı Şah rejiminin değişmesini ABD istemişti. SSCB'nin de bu oyunu bilmesi gerekirdi. Ama buna rağmen yüzyıllardır beklediği ve yakaladığı bir fırsatı değer­lendirmek ister. Sovyet yöneticilerinin hırsları aklın önüne geçti ve Afganistan'ı işgâl etti. Gerisi tâlihe kalmıştı. Ama tâlih Ruslardan yana olmadı. SSCB için, İran'daki rejim değişikliği fırsatı tehdide dönü­şüverdi. Bu başarısızlık SSCB imparatorluğunun sonunu getirdi ve dağıldı.
Bu durumu fırsat bilen ABD önce Afgan direniş­çilerini destekledi. Bu bahâne ile ilerdeki operasyonları da düşünerek Basra Körfezi'ndeki Askerî varlığını da büyük ölçüde artırdı. Afganistan işgâline müdâhale etmeyip gelişmeyi soğukkanlılıkla zama­na yayarak tâkibe aldı. Böylece rakibini askerî değil, direnişçilerle zamana yayarak yıpratmaya başladı. Bu arada da Rusya'nın içindeki tepkiyi de propa­ganda ile iyi bir şekilde kullandı. Böylece Rusya'yı hem içinde hem de dünya kamuoyu önünde iyice hırpa­ladı. ABD Başkanı Reagan'ın askerî alanda başlat­tığı "Yıldızlar Savaşı" projesi ile de Sovyetler ya­rıştan çekildi. Nihâyet Gorbaçov, Sovyet sisteminin bu şekilde devâm edemeyeceğini görerek 1979 da girdiği Afganistan işgâlini 1989 yılında bırakır.
Sonuçta Sovyetler birliği 1991 yılında dağılır. Böylece ABD, bir yanda Vietnam'ın rövanşını alırken, öte yanda da Avrasya'nın güneyine sokulma fırsatını yakalar.

Soru: Sovyetler Birliği dağıldıktan sonraki gelişmeleri özetler misiniz?

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: 1991 yılından sonra yâni "Yirminci yüzyılın son on yılı, dünya olaylarında tektonik bir kaymaya ta­nık oldu. Târihte ilk defa, Avrasyalı olmayan bir güç, Avrasya güç ilişkilerinde yalnızca başhakem ola­rak değil, aynı zamanda dünyanın en üstün gücü olarak ortaya çıktı.

Sovyetler Birliği'nin mağlubiyeti ve çöküşü, batı yarıküreli bir gücün, ABD'nin tek ve aslında ilk gerçek küresel güç olarak hızlı yükseli­şinin son adımıydı...

Küresel liderliğe bağlanmış bir Amerika'nın, karmaşık Avrasya güç ilişkileri ile nasıl bahşedeceği ve özellikle belirleyici ve düşman bir Avrasya gücünün ortaya çıkmasını önleyip önleye­meyeceği meselesi, Amerika'nın küresel önceliği sağ­layabilme yeterliği açısından merkezî önem taşımaya devâm etmektedir... Bu yüzden Avrasya, küresel üstünlük mücâdelesinin sürdürüldüğü bir satranç tahtasıdır. Daha 1940'a kadar küresel iktidarın iki tâlibinin, Adolf Hitler ve Josef Stalin'in (O yılın Ka­sım ayında yaptıkları gizli görüşmede) Amerika'nın Avrasya'nın dışında tutulması gerektiği konusunda açıkça anlaşmaya yarmış olmaları dikkate değer­dir. Her ikisinin de, Amerikan iktidarının Avrasya'ya enjekte edilmesinin, kendi küresel egemenlik hırs­larına engel olacağının bilincindeydiler. İkisi de, Avrasya'nın dünyanın merkezi olduğu ve Avrasya'yı kontrol edenin dünyayı kontrol edeceği anlayışını paylaşıyorlardı. Yarım yüzyıl sonra, konu yeniden tanımlanmış bulunuyor: Amerika'nın Avrasya'daki üstünlüğü sürecek midir ve bu öncelik nereye kadar kullanılabilecektir? "
ABD karşısındaki ikinci büyük süper güç olan SSCB'nin, 1991 yılında parçalanma sürecine geçişi­ni hazırlayan en önemli olay hiç şüphesiz "Merkezî Avrasya" da stratejik bir konumu olan Afganistan'ın işgâlidir. 1979 yılında İran'da ABD karşıtı Humeyni rejiminin iktidara gelişini fırsat bilip, hemen arkasın­dan uzun süredir birlikte çalıştığı Afganistan'ı hemen kolayca işgâl edivermesi o gün dünyada büyük şaş­kınlık yaratmıştı. Böylece târih boyu özlemini çektiği sıcak denize ulaşabilmek ve Güney Avrasya'yı da kontrol etmek hayâli ile Güney'e son ilerleyişin son hamlesini yapmış, ama başarılı olamamıştı. An­cak sonradan tuzağa düştüğünü anlasa da SSCB, Afganistan mağlubiyeti ile geri çekilerek içerden ken­diliğinden dağıldı.
Yâni Afganistan üzerinden sıcak denizlere inerek Güney Avrasya'yı kontrol etme ha­yâli, sonunda imparatorluğunun da sonunu getirdi. Zâ­ten boşuna değil, bu bölge için hep imparatorluklar mezarlığı tanımı kullanılır. Onun için Güney Avrasya târihte de pek çok misâli görüldüğü gibi çok netâme­li bir bölgedir. Bunu öngöremeyen SSCB dağılarak, sâdece Doğu Avrupa'yı ve Güney Avrasya eksenin­deki Türk Cumhuriyetlerini terk etmekle kalmayıp, Moskova'nın ilerdeki stratejik endişelerinin merke­zinde yer alan güney ve doğu ekseninde beklenilen yırtılmaların da önünü açtı.
ABD, 1991'den sonraki çözülmeyi yakından tâkip ederek, önce SSCB'den boşalan Doğu Avrupa'nın AB ile siyasî bütünleşmesini sağlar. Bunun yanında da kendisinin öncülüğünde yönlendirdiği NATO'yu da bütün Avrupa'nın askerî gücü hâline getirir. Böy­lece ABD, Rusya'nın batısını kontrol altına alır.

ABD'nin bundan sonraki esas ve öncelikli hedefi artık Rusya'nın güneyindekiMerkezî Avrasya'nın kontrolüdür. Esas ağırlık buradadır. ABD, dünya hâkimiyetinin bu bölgenin kontrolünden geçtiğini, bunun jeopolitik bir gereklilik olduğunu çok iyi bilmektedir. ABD, Merkezî Avrasya'daki başarısı ölçüsünde Rusya ve Çin karşında üstünlüğünü sürdü­rebileceğini bilmektedir Çin'in başta Rusya ile ABD karşısında oluşturduğu "Şanghay Beşlisi’nin” başarı şansı da Merkezî Avrasya'daki gelişmelerle yakın­dan ilgilidir. O zaman Müslüman olan merkezî Avrasya’yı yâni Büyük Orta Doğu'yu kontrol edenin dünyayı kontrol edeceği politikasında nasıl başarılı olunabilir sorusu ABD için önem kazanır.
Bu düşünceden hareketle ABD'nin âdetâ resmî ideolojisini çizen Brzezinski ilk kitabı "Büyük Satranç Tahtası’nda” Avrasya'nın Amerika açısın­dan dış politika önceliğini ve bunun jeostratejik gereklerini çok güzel bir şekilde çizmiştir. İkinci kitabı­nın adı "Tercih"tir. Bu kitapla da ABD dış politikası­nın, "Küresel Hâkimiyet mi yoksa Küresel Liderlik mi?" şeklindeki tercihi irdelemektedir. Meselâ ABD Başkanı baba Bush ile Küresel liderlik, oğul Bush ile de Küresel hâkimiyet denenmiştir. Baba Bush Küresel Liderlikle, Irak'a girerken İslâm ülkeleri ile bütün dünyayı arkasına alan bir koalisyon gücü oluşturmuştur. Oysa “Küresel Hâkimiyeti benim­seyen oğul Bush, Irak'a girerken yanına sâdece İngiltere'yi alabilmiş ve Orta Doğu'da uyguladığı po­litikaları ise başta ABD'nin kendi içinden bile büyük tepkiler çekmiştir.”

Soru: Nasıl bir gelişim ve değişim?

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: ABD'nin dış politikasında özellikle 11 Eylül 2001'de ABD'nin New York'taki İkiz Kulelere ve Washington D.C'deki ABD'nin beyni konumundaki Pentagon'a yapılan terörist saldırı yeni bir mîlat oluşturur. Bunun üzerine ABD'nin Afganistan ve Irak'ı işgâli ile olaylar zembereğinden boşanırcasına patlar. Amerika'nın Orta Doğu politikaları bundan sonra artık bir türlü normal mecrâsına dönemez. Esâsında işin içinde olan, ancak Irak'taki ters gelişmelerden de rahatsız olan Brzezinski'nin, üçüncü kitabı da "İkinci Şans-Üç Başkan ve Amerikan Süper Gücünün Krizi" başlığı ile gündeme gelir. Esâsen bu üç kitabın yayınlanış sırasına göre ABD dış politikasının gelişim seyrini ve yanlışlıklarını gözler önüne sermesi bakımından ilgi çekicidir.

ABD'nin Orta Doğu politikasına bu kadar bağnaz bir şekil­de takıntının arkasında İsrail yanlısı "Neo-Con"ların bulunduğu belirtiliyor. Bu gidişin özellikle 11 Eylül 2001'den sonraki seyri ise yâni ABD'nin, Orta Doğu politikasına sâdece "Neo-Con" penceresinden bak­tığının giderek ABD kamuoyunda da genel bir ka­nıya dönüştüğü görülmektedir. Bunlardan biri olan F. Fukuyama "Kendimi uzun süre Neo-Con olarak görmüş biri olarak pek çok Neo-Conla başta Paul Wolfowitz'le birlikte çalıştım. Yine de diğer pek çok Neo-Con'un aksine, Irak Savaşı için öne sürülen gerekçe beni hiçbir zaman ikna edemedi." demiştir.

Harvard Üniversitesinden Nathan Glazer bir dönem ateşli Neo-Con taraftan olan F. Fukuyama'nın kitabına yazdığı şu satırlar dikkat ekiyor. "F. Fukuyama Amerika'nın dünya meselelerindeki yeri ve rolü hakkındaki "neo-con" görüşü ve bu görüşün ne de­recede aşırıya kaçtığı konusunda en anlaşılır ve bilgili açıklamayı sunuyor.  Amerika’nın gücünün sı­nırlarının daha fazla farkında olan, orduya daha az bağımlı ve diğer ülkelerin çıkarlarına ve görüşlerine, ayrıca ortaya çıkmakta olan uluslar arası normlara ve kurumlara daha saygılı bir Amerikan dış politika­sını etkileyici bir biçimde sunuyor."

Soru: Sizce Huntington “Medeniyetler çatışması” tezini ortaya koyarken, geleceği mi okumuştu, çatışmanın fitilini ateşlemeyi mi hedeflemişti?

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: 1990'lar sonrası ABD'nin Orta Doğu politikası için kurgulanan "Medeniyetler Çatışması" gibi öğeler Huntington tarafından öylesine ustalıkla yerleştirilir ki, taraflar artık birbirleri ile çatışmaya hazırlanır. Ça­tışmanın ilk işâret mermisini de, siyâsilerden İngilte­re Başbakanı Margaret Teacher İskoçya'daki NATO toplantısında yaptığı konuşma ile sıkar. 11 Eylül saldırısından çok öncedir. SSCB'nin dağılmasının he­men ardından, "Şimdi ne yapacağız, NATO'yu fesih mi edeceğiz?", diye soran Britanya Başbakanı Teacher, "Düşmanı olmayan ideoloji yaşayamaz. Bi­zim yaşayabilmemiz için mutlaka bir düşmanımızın olması gerekir. SSCB dağıldı ve düşman olmaktan çıktı. Onun yerine yeni bir düşman koymamız ge­rekiyor. Bu yeni düşman İslâm olacaktır. NATO'nun kırmızı düşman rengi şu anda hükümsüzdür. Ancak önümüzdeki gelişmelere bakarak bu rengin "yeşil" olması kuvvetle muhtemeldir.” der.

Böylece Teacher, "batı'nın bundan sonraki düşmanı İslâm'dır" sözü ile kılıcı çeker ve tarafları belirler. Artık eylem vakti de gelir veya getirilir. ABD ise New York'taki ikiz kulelere saldırının arkasından Teacher'in belirt­tiği düşmanı ABD başkanı G. W Bush bulur. Daha ilginç olanı ise, ABD Dışişleri Bakanı Condoleza Rice hızını alamayarak Orta Doğu'da yirmi kusur ül­kenin haritasının değişeceğini de bu arada söyler.

Soru: Hedefte Ortadoğu, yâni Müslüman ülkeler mi var?

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: Kaderin cilvesine bakın ki, Soğuk Savaş döne­minde SSCB'ye karşı onun güneyinde "Yeşil Kuşak" olarak adlandırılan Müslüman ülkeleri cesaretlen­diren ve destekleyen ABD ve İngiltere, Sovyetler dağılır dağılmaz bu defa İslâm'ı batı'nın düşmanı ilan ediverirler. Üstelik ABD, SSCB'nin Afganistan'ı işgâline karşı çıkıp bunlara karşı koyan İslâmcı mücâhitlerin de mucididir. ABD desteğindeki bu İs­lâmcı mücahitler Rusları geri püskürtürler.

Oysa o gün kendi yetiştirdiği Talibanlar, El Kaideler sonra güya silahlarını ABD'ye çevirirler. Bunlar o meşhur, menfur 11 Eylül 2001'deki saldırıyı gerçekleştirirler. ABD'de bunu bahâne ederek yetiştirdiği mücâhit­ler desteğinde Afganistan'ı daha önce Rusya'nın da yaptığı gibi kolayca işgâl eder. Çünkü ABD'nin karşısına dikilecek bir Rusya da artık yoktur. ABD Başkanı G. W. Bush'un da Afganistan ve Irak savaşlarını başlatırken kullandığı "Haçlı seferleri" sözü ile önceki târihî husûmeti içeren Müslüman-Hıristiyan çatışmasına atıfta bulunması, bir de buna İran'ın Araplara şirin görünmek için durduk yerde İsrail'i hedef göstererek Orta Doğu'da anlamsız bir dinler savaşına yuvarlamasına sağladığı katkı ile işin vahâmeti daha da artar.

Soru: Sizce ABD’nin politikası doğru bir politika mıdır?

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: ABD, mâhiyeti hâlâ tartışılmadan 11 Eylül 2001 menfur saldırısı ile bütün İslâm dünyâsını karşısına alarak hem kendini hem de İsrail'i sıkıntıya sokar. Daha 1970'li yıllarda ABD'nin Orta Doğu politika­sının yanlışlıklarına Hanson W. Baldwin dikkatleri çekmektedir. "ABD'nin Orta Doğu'daki elle tutulur çıkarları, İsrail'de değil, Arap ve İslâm ülkelerindedir. Ancak birçok Amerikalının hissî bağları, Yahu­di ve Hıristiyan dinlerinin ortak temeli ve iç politika mülâhazalarının baskısı bizi İsrail'e bağlamıştır. Bu çıkmazın çözümü oldukça imkânsızdır Ancak çözümlenmese bile hafifletilmediği takdirde yalnız İsrail için değil, ABD içinde trajediye yol açabilir."

ABD'nin bugüne kadar Avrasya'da üstünlük sağlamada yaptığı patinajlarının arkasında, İslâm dün­yasına İsrail penceresinden bakılmasına bağlayan Baldwin gibi pek çok yorumcular var. Çünkü ABD bölgeye özellikle 11 Eylül 2001'den itibaren daha yoğun biçimde bitirici bir darbe vurma şeklinde İsrail'in gözüyle baktığı imajını vermiştir. Alman is­tihbaratından Eckehardt Werthebach ile Andreas von Bülow 11 Eylül 2001 olaylarının istihbarat di­liyle "Sahte Bayrak" operasyonu olduğunu, saldırılarının arkasında İsrail gizli servisi Mossad ve CİA’nın olduğunu Amerikan Free Press'e verdi­ği demeçte belirtmişlerdir." Böylece ABD, elindeki gücü devamlı ve ısrarla İsrail lehine kullanarak, İs­lâm dünyasını parçalama gibi bir maksadı üstlendiği şeklindeki düşünceler giderek yaygınlaşır.
Burada dikkat çeken husus, Merkezî Avrasya'da yâni İslâm coğrafyasında İngiltere ile başlayan ve ABD ile târihî gelişimini tamamlayan bu süreç, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde bundan önceki işgâllerden çok farklı yönde gelişir. Bugünlerde İslâm dünyasın­da görülen kargaşanın arkasında bu işgâlleri kalıcı kılan hegemonya-ekonomi yanında bir de târihî bir hesaplaşmayı da içinde barındıran dîne dayalı bir siyasî güç-iradeyi ortaya koyan projeler var. Bu pro­jeler Orta Doğu'da "Medeniyetler Savaşı"na dönüştürülür. Bu nedenle Güney Avrasya'da sözü geçen bir yanda hegemonya-ekonomi diğer yanda da dînî hesaplaşma ve zorlayıcı bir siyasî güç- irâde mev­cut olduğu sürece, anlaşma-uzlaşma da, o oranda daha zor ve daha karmaşık ve daha kanlı çatışmalar kaçınılmaz olacaktır.

Soru: ABD’nin “Süper güç” sıfatı devâm eder mi?

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: Bugün ABD gibi Avrasyalı, yâni yerli ve yerleşik olmayan devâsâ deniz aşırı askerî harcamaları olan bir gücün, özellikle başta ekonominin rekabet gücü­nü aşındıracağından, süper güç konumunu devam ettirmesi giderek zorlaşacaktır. Zâten ABD'nin eko­nomik gücü de 1950-1960 'ardaki gibi değildir. Bu nedenle, ABD savunma bütçesinde er geç kısıntıya gidecektir. Nitekim "2010 yılındaki ABD savunma bütçesi 700 milyar dolardan fazla iken, tâkip eden yıllarda 1/3 oranında azalmalar olmuştur. Ancak Irak ve Afganistan'ın 1 trilyon dolarlık bütçe­sinde kesinti yapılmayacağı da " belirtiliyor.

Ancak ne var ki, ABD savunma bütçesini diğer kısımlarda ve bölgelerde kısarken, İslâm coğrafyasında özel bir fonksiyon için bütçesinde herhangi bir kesintiyi düşünmemesi hem ilginç hem de korkunçtur. Çün­kü böylesine bir silâhlanmanın bu bölgede yoğun­laşması düşündürücüdür. Süper güçler arasındaki çatışmanın hattâ muhtemel bir üçüncü dünya sava­şının bu defa Güney Avrasya yüzünden çıkacağı kaçınılmaz gözüküyor. Bu çatışmanın büyük tarafları ABD, Rusya ve Çin daha henüz tam açık ve seçik olarak karşı karşıya gelmediler.

Önce Orta Doğu'yu tasarım ile zengin enerji ve ham madde kaynakla­rının kontrolü ile uğraşmaktalar. Orta Doğu'ya önce Afganistan ve Irakla gelip yerleşen ABD'nin önceliği bu bölgeyi tam olarak kontrol altına almaktır. Ancak bugüne kadar ortaya çıkan fotoğraftan sanki çatışmaların, Rusya, Çin ve hatta İran'dan ziyâde başta Arap devletlerinin etkisizleştirilmesi ve ufalanma­sı için tasarlandığıdır.

Oysa ABD'nin Avrasya'daki küresel üstünlük mücadelesinde Rusya ve Çin'i sarmalama politikasında Orta Doğu'nun kaynak­ları için Orta Doğulu devletleri yanına alarak sür­dürmesi beklenirdi. Oysa önceliğin Orta Doğu'daki Müslüman ülkelerin istikrarsızlaştırılmasında ve özelliklede Araplar üzerinde sürdürülmesi ilgi çekicidir. ABD politikalarının bu çelişkisi kendi içinde de tartışılmaktadır.

Soru: Olumsuz görülen nedir?    

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: Burada ABD'nin askerî alanda çok fazla yayıl­manın ve bunun getirdiği harcamaların riskini gide­rek gerileyen bir ekonominin daha uzun süre taşıyamayıp eninde sonunda gücünü yitireceği yönündeki söylemler giderek kendi içindeki tepkilerden anlaşıl­maktadır. Esasen bu durum sâdece ABD'ye özgü değil, bugüne kadar bütün imparatorlukların başı­na gelen kaçınılmaz bir yazgıdır.

Başta Paul Kennedy, bu yazgının târihini yazmıştır. Yine Joseph S. NYE de, "On yıl kadar önce, geleneksel görüş, Amerika'nın gerileme sürecine gireceğinden yakını­yordu. Çok satan kitap raflarında gerileyişimizi ta­rif eden kitaplar sıralanıyordu. Popüler bir derginin kapağında Özgürlük Anıtı gözünden yaşlar akarken tasvir edilmişti."
Böylece vaktiyle önce Türklerin daha sonra da Britanya'nın kontrolüne geçen Güney Avrasya bugünlerde de SSCB'nin sessizce kendiliğinden dağıl­masıyla ABD'nin gözünü diktiği ve gelip yerleştiği bir bölgedir. Böylece ABD'nin Rusya'nın batısını kontrol altına almasından sonra yöneldiği Orta Doğu'yu da kontrol etme çabası sürmektedir. Ancak Avrasya'nın Güneyi dün olduğu gibi bugün de üstelik giderek ar­tan bir çatışmaya sürüklenmiştir. Orta Doğu bölgesi, ABD için bir yanda İsrail'in güvenliği sebebiyle dînî ve politik, diğer yanda da jeopolitik ve jeostratejik ham madde ve enerji kaynaklarının ve bu kaynakla­rın Hint denizine açılması ve Rusya ve Çin'i sarma­lama politikasının da mihenk taşı olmasıyla hayâti öneme sâhiptir.

Böylece. Avrasya'nın güneyini ele geçirme pro­jesinin İngilizlerden sonraki tâlibi olan SSCB, İngilizler kadar uzun süre kalamadan çekildi. Şimdilerde de daha büyük proje ve organizasyonlarla üstelik Avrasya dışından olan ABD'de, Güney Avrasya'yı kontrolüne almak istiyor. Böylesine hem Avrupa'yı hem de Asya'yı kontrole kalkışan ABD, dünyanın en büyük askerî organizasyonu olan NATO'yu kendi ordusu hâline dönüştürerek Güney Avrasya'ya yö­neltmeyi şimdilik becermiştir. Stalin ile Hitler’in 1940 yılında anlaşarak ABD'yi Avrasya'ya sokmama dü­şüncesi yıkılmış ve Amerika bugün artık Merkezî Güney Avrasya'ya yerleşmiştir.

Soru: Aynı oyunlar Birinci Dünya Savaşı sonrasında Balkanlarda da oynanmamış mıydı?

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: Merkezî Avrasya'nın Balkanlaştırılmasında Rus­lar ve İngilizler birlikte çalışmışlardır. Eskiden bütünüyle Türklerin hayat sâhası olan bu bölge Birinci Dünya Savaşı sonrası Rusların ve Britanya'nın kontrolüne geçmiştir. Rusların Türkistan'da (Orta Asya'da), Britanya'nın da Hindistan'ın batısından başlayarak, Afganistan, İran ve Arap yarımadasında yaptıkları, aynı milleti farklılaştırma ve bölme ile Kuzey ve Gü­ney Avrasya kendi içinde Balkanlaştırma politikası­na mâruz kalır. Dolayısıyla 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarından bu yana Merkezî Avrasya (Bü­yük Orta Doğu) Balkanlaştırmaya, farklılaştırmaya çalışılan bir bölgedir.
Bugün SSCB dağıldıktan sonra Merkezî Avrasya bölgesinin kuzeyinde Türk dili konuşanlar, parçalanmış yapıdan tekrar eski bütünlüğüne kavuşma yo­lunda çaba içindedirler. Burada aynı imparatorluğun ve aynı dil grubunun içinde bulunmaları dolayısıyla şimdi kendi aralarında eski bütünlüklerine tekrar ka­vuşmada fazla mesele görülmemektedir. Türkiye'nin de çabalan ile 1992'den sonra Türk Dili Konuşan Ül­kelerin bir araya getirilmesi çabaları sonuç vermiştir. Böylece Türk Dili Konuşan Ülkeler Konseyi kuruldu. Başlangıçta Türk dili konuşan ülkeler toplantılarında SSCB'den kopan ülkeler Azerbaycan dışında hepsi Rusça konuşurlardı. 2010 yılında yapılan Dış İşleri Bakanları toplantısında bakanların tamamı Türkçe konuştu. Türk dili konuşan ülkeler devlet başkanları 10. Zirvesi İstanbul'da yapıldı. Gelişmeler vaktiyle Rusların Kuzey Avrasya'da uyguladıkları bölme, Balkanlaştırma politikasının artık bugün iflas ettiğini açıkça göstermektedir.

Soru: Sonuç Farklı mı olacak?

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: Ancak İngilizlerin Güney Avrasya'da gerçekleş­tirdiği Balkanlaştırma politikasının yansımaları ise hâlâ sancılı bir konumdadır. Bugüne kadar da bu yara kapanmamıştır. Üstelik İngilizlerden sonra böl­geye göz diken ABD'nin özellikle 11 Eylül 2001 ile başlayan bölgeyi işgâlleri ve etnik azınlıkları harekete geçirmesiyle durum giderek iyice ağırlaşmak­tadır.

Merkezî Güney Avrasya 19. yüzyıla kadar Türk­lerin egemenlik alanındaydı. Üstelik bu bölge Arap bölgeleri dışında, Farsça yanında çoğunluğu Türk dili konuşan ve müşterek bir kültürü paylaşan tamamının da Müslüman olduğu bir yapıya sâhipti. Bu­rada da vaktiyle yine bir bütünlük vardı. Devletler sürekli isim değiştirse de, yapı yine aynı milletin önderler ve aşiretler arası bir değişime uğramasından başka bir şey değildi. Ancak İngilizlerin Hindistan'ı kontrolüne aldıktan sonra Güney Avrasya parçalan­maya başlar. Târihî ve jeopolitik gelişmeler Güney Avrasya'da da İngilizlerin oluşturduğu Balkanlaştırma politikasının da giderek Afganistan, İran ve batı bölgesinde Osmanlı'dan koparılan Arapların üzerinde görülür.

Soru: SSCB’nin dağılmasından sonra neler oldu, bu günden sonra neler olabilir?

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: Sonuçta SSCB'nin dağılması sonucu Merkezî Avrasya'da Kazakistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve hattâ Tacikistan gibi yeniden târih sahnesine çıkan Türk Devletleri ile Merkezî Avrasya yeniden şekillenmeye başlar. Buna son günlerde ABD baskısı altında giderek aynı ortak kaderi paylaşan Pakistan, Afganistan, İran ve Irak'ı da katarsak değişimin ve gelişimin bu ülkeleri nereye sürüklediği daha kolay anlaşılır.

Burada ABD'nin körüklediği fakat sanki öngöremediği veya önceliğinin farklılığı sebebiyle görmek istemediği değişik bir gelişim söz konusu. ABD güyâ Orta Doğu ülkelerini istikrarsızlaştırayım, kontrolüme alayın derken tam tersi bir tepki gelişimi, bunların kendi içlerinde birleşmesi yönünde bir akımı tetiklediğini ya umursamıyor veya basiretsiz davranıyor veya başka bildiği bir şey var.

Ancak ABD kendi târihî seyri çerçevesinde fazla ideolojik davranmayan ve dâimâ elâstik, rasyonel ve faydacı bir dış politika tâkip ettiği de bilinir. Ama her ne hikmetse ABD özellikle Bush'lar döneminde Merke­zî Güney Avrasya (Büyük Orta Doğu) politikasında ideolojik ve gözünü karatmış bir öngörüsüz politikalar mâcerâsının içinde sürüklenmiştir. Çünkü ABD'nin Afganistan ve Irak'ı işgâli, hiçbir vicdan sâhibinin kabul edemeyeceği bir husustur. Dünya kamuoyunda ABD çok büyük itibar kaybına uğramıştır. Hattâ bu işgâli BM'den geçirememiştir.

Onun için ABD'yi böylesine bir İslâm düşmanlığı gibi yanlış politikalar uygulamasına sürükleyen esas gerekçe nedir? Herkesin bu politikaların mimarları olarak gösterdikleri "Neo-Conlar" kimlerdir. Bunlar neden Amerikan politikalarını böylesine yanlış bir mecraya sürüklemişlerdir. Bunların amaçları nedir? Bu meselenin bilinmesi ile ancak çözüme ulaşılabilir. Merkezî Güney Avrasya'da yâni İslâm coğrafyasında ABD'nin konumu da ancak bu doğrultuda açıklık kazanır.

Gerçi bu konular artık son zamanda giderek artan bir tempoda ABD'de yâni kendi içinde de tartışılmaktadır. ABD'nin Orta Doğu politikasında bugünlerde yaşanan Amerikan Gücünün Paradoksu çok açıktır. Bunu gören Amerikan yöneticileri ABD'nin, dünyaya yumuşak mesaj verebilmesi maksadıyla Obama'nın özellikle seçildiğini belirtmektedirler. Bu sebeple de Obama başkan seçilir seçilmez, ilk gezisini İslâm dünyasının ve özellikle de Orta Doğu'nun iki büyük ülkesi olan Türkiye ve Mısır'a yapmıştır. Bu gezide iki ülkede yaptığı konuşmalarla daha önce yapılan Amerikan politikalarının İslâm ülkeleri üzerindeki olumsuz etkilerin silinmesini sağlamaya çalışacağı beklenmektedir.

Soru: ABD’nin Avrasya’daki üstünlüğü devam eder mi?

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: Bu soruyu Brezinski de soruyor. Cevabını da şöyle veriyor: “ABD'nin 11 Eylül 2001'den sonraki gelişmeleri yönlendiren Orta Doğu politikası belirleyecektir.” Ancak bugüne kadar özellikle başkan Bushlar tarafından Orta Doğu'da sergilenen "Demokratikleşme ve Barış Getirme" plânlarının inandırıcılığını kaybetmesi bunun yerine tam tersi, din eksenli ideolojik politikalar yâni İslâm'ı düşman gören politikalar ve başta Arap devletleri­nin istikrarsızlaştırılması ve ufalanması gibi politika­ların bölgede ABD üstünlüğünü sıkıntıya sokacağı kaçınılmazdır.

ABD'nin Orta Doğu'da son günlerde sergilediği "Dostumsu Düşmanlığın" tahribatı gide­rek genişlemektedir. Vaktiyle dinsiz SSCB'ye karşı İslâm'ın yanında yer almasıyla "Sevgi"ye, Sovyet, sonrası beliren İslâm düşmanlığı ile de "Nefrete” dönüşen ABD politikaları, Orta Doğu'yu şaşkına çevirmiştir. Orta Doğu'da yapılan kamuoyu anketlerinde ABD düşmanlığı giderek tırmanmaktadır. ABD'nin Orta Doğu politikalarında nefret ve şaşkınlık daimî istikrarsızlığa ve kargaşaya yol açmıştır. Daimî kargaşa ise içinde bulunduğu devletleri bitirdiği gibi bunu iyi yönetemeyen büyük devletleri de bitirir. Bu durumun ise Orta Doğu'yu ister istemez sevgi yönün­de, hak ve adâlet yönünde bir değişime ve yeni bir düzenlemeye zorlayacağı kaçınılmazdır.

Soru: Bölge ile ilgili genel bir değerlendirmenizle mülâkatımızı sonlandırabilir miyiz?

Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: Sonuç olarak Merkezî Avrasya'nın gerek kuzeyin­de gerek güneyinde Türk dünyasının ve Türkiye'nin önemi giderek artmakta, bölgesinde bir câzibe ve çekim merkezi olmaktadır. Bu sebeple Türkiye ve Türk dünyası bugün artık giderek 'küresel üstünlük' mücâdelesinde şimdilik taraflar arasında dengeyi tâyin edecek bir ağırlığa kavuşmuştur.

Bu sebeple günümüzde Avrasya'da üstünlük mücâdelesi veren süper güçler ve özellikle de ABD'nin, bundan böyle bölgenin aslî unsuru olan ve bölgeyi iyi tanıyan ve yüzyıllarca yöneten Türkiye'yi ve Türk dünyasını hesaba katmaları gerekir. Nitekim buna işâret eden ABD Dış İlişkiler Konseyi-CFR uzmanı Steven A. Cook "ABD'nin Orta Doğu'daki Yeni Rakibi Türkiye" yazısıyla "Gözü olana gün ışımıştır" diyor.

Prof. Dr. ÖMER ALPARSLAN AKSU

1944 yılında Konya’nın Ereğli ilçesinde doğdu. 1956 yılında Kırıkkale’de İlkokulu, 1961 yılında Erzincan askerî Lisesi’ni, 1962 yılında Kara Harbokulu’nu, 1967 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirdi.

1967-1968 yıllarında Çimse-İş Sendikası Genel Merkezinde Eğitim ve Araştırma Müdürlüğü, 1968-1970 yıllarında Devlet Plânlama Teşkilatında Uzmanlık yaptı.

1970 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde Akademik kariyere başladı. 1971-1972 yıllarında Alman Hükümeti’nin bursu ile Köln Üniversitesi’nde Doktora çalışması yaptı. 1973-1975 yıllarında Ankara’da Millî Prodüktivite Merkezi’nde danışmanlık yaptı. 1975-1976 yıllarında Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın bursu ile Almanya’da Hür Berlin Üniversitesi’nde, 1978-1979 yıllarında İngiltere ve Hollanda’da çalıştı.

1979-1980 yıllarında Başbakanlık Devlet Plânlama Teşkilatı’nda Müsteşar Müşâviri olarak görev yaptı. 1981-1983 yıllarında Birleşmiş Milletler Teşkilatı bursu ile ABD’de New York Üniversitesi’nde çalıştı. 1987-1989 yıllarında İktisadî Kalkınma Vakıfı Başkan Vekili olarak görev yaptı. 

2001-2003 yılları arasında ABD Virginia Eyâletindeki George Mason Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümünde çalışmış olan Aksu, hâlen İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyesidir. Evli ve iki evlat babasıdır.

Mehmet Şadi Polat, Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu, Oğuz Çetinoğlu

*HABER TARİHİ: 03 ARALIK 2012

 

Bookmark and Share Arkadaşına Gönder Arkadaşına Gönder Yazdır  

 

 
POOLSOFT BİLİŞİM HİZMETLERİ Tüm hakları saklıdır ve tüm içeriğine ait lisans ve telif hakları T.C yasalarınca korunmaktadır. İzinsiz kopylanması veya yayınlanması yasaktır.