Ana Sayfa İletişim
Faydalı Linkler
















Dr.Öğr. Üyesi Musa Aksoy

31.05.2020  

MUSTAFA SAĞİR’ İN YAKALANMASINDA İHSAN AKSOLEY VE MEHMET AKİF’İN ROLÜ                   

                      İstiklâl  Savaşı’nın  gizli  teşkilâtlarından  M.M.gurubu  üyesi olan  İhsan  Aksoley’e, ünlü  yazarlardan  Ruşen  Eşref  Bey’in  ( Ünaydın) Ankara’ya  gönderilmesi  emri  verilmiştir. Bu  görev  yerine  getirildikten  bir  süre  sonra  da, eşi  Saliha  Hanım’ın  Ankara’ya  gönderilmesi  talimatı alınmıştır.  Bu  vazifenin  yerine   getirilmesi  işi  de,  yine  İhsan  Aksoley’e  verilmiştir.
             İhsan  Aksoley  emri  alınca, Ruşen  Eşref’in  eşi  Saliha  Hanım’ın  Nişantaşı’nda  oturduğu evine  gider. Orada,  Ankara’dan  gelen  emri  kendisine  okur  ve  ne  zaman  hareket  edebileceğini  sorar. Bunun üzerine  Saliha  Hanım,  “ derhal  harekete  hazır ” olduğunu  söyleyince, İhsan Bey hemen İstanbul’dan  çıkış  için  gerekli  evrakın  hazırlanmasına başlar  ve bir süre sonra  da,  Saliha  Hanım’ı  İnebolu’ya  gidecek olan Ümit  Vapuru’na   bindirir. Ankara’ya  gidecek  olan  kurye  zarfını  da  kendisine  verir. Eğer  bir  tehlike  ile karşılaşacak  olursa,  zarfı  denize  atmasını  sıkıca  tenbih  eder.
            Saliha  Hanım’dan  ayrılıp  Sirkeci’ye  çıktığında  Bâb-ı  Âli’de  bulunan  İleri  gazetesinin  matbaasına gider. Gazetenin  başyazarı  Cavid  Bey  onu  görünce:
         -“ İhsan  Bey, çok  mühim  ve  çok  acele  bir  haberim  var. Derhâl  Neşet  Bey’i  görmek  istiyorum” der. İhsan  Bey  de:
          -“ Bu  saatte  Neşet  Bey’i  bulamam. Haberinizi  bana  söyleyiniz. Kalkmak  üzere  olan  kuryemize  yetiştireyim” cevabında  bulunur.  O da:
          -“ Size  veremem.  Bu  haberin  derhâl  Mustafa  Kemâl  Paşa’ya  ulaşması  lâzım. Gecikmesinden  siz  mesul  olursunuz  ve  manevi  ıztırap  çekersiniz” der. Bu  sözler  üzerine  İhsan  Bey  de:
          -“  Bu  haberi  hemen  bana  vermemekle, ileride  siz de  benim  durumuma  düşersiniz”  şeklindeki,  karşılıklı  ikaz ve  uyarılardan  sonra  Ferit  Cavit, odasının  kapısını  kilitler  ve  kasadan   çıkardığı  bir zarfı  İhsan  Bey’e  uzatarak:
           -“ Bu zarf, Hind  Müslümanlarının  temsilcisi  Mustafa  Sağir’e  gönderilmek  üzereyken  elime  geçti.  İçinde  gizli yazı  vardır. Mustafa  Sağir’in  casusluğunu  ispat  edecek  yegâne  vesikadır. Bu  zarfın  emin  bir  vasıta  ile,  süratle  Mustafa  Kemal  Paşa’nın  eline  verilmesi  ve  durumun  anlatılması  lâzımdır. Aksi  hâlde  Mustafa  Kemal  Paşa’yı  kaybederiz”  uyarısında  bulunur.   
            Mustafa  Sağir, Hind  Müslümanları  adına  Anadolu’ya  çok  miktarda  para  getireceğini  vaad  eden,  gerçekte  ise  bir  İngiliz  casusu  olan  bu  şahıs,  kendisinin  Hind  Müslümanlarının  hakiki  temsilcisi  olduğuna,  Mehmet  Akif  de  dahil,  İstanbul  ve  Anadolu  halkını  inandırmıştır.   
            İhsan  Bey,  Cavid  Bey’in  verdiği  zarfı  alır  ve  hemen  Ümit  Vapuru’na  giderek, zarfı  Saliha  Hanım’a  teslim  eder. Zarfın   önemini  anlatıp, Mustafa  Sağir’in  casusluğuna  dair  tek  belgenin   bu  olduğunu,  Ankara’ya  varır  varmaz,  Mustafa  Kemal  Paşa’nın  eline  teslim  etmesini  ve  ölmedikçe  başka  bir  şahsa,  asla  teslim  etmemesini,  hatta  zarfı  koynunda  saklamasını  sıkıca  tembih  eder.
            Bu önemli  vazifeyi  yerine  getirdikten  sonra, akşam  geç  vakitte  evine  gider;  görevini  yerine  getirmenin  verdiği  huzur  içinde  yatıp  uyur. Sabah  kalktığında ise,  gazetede  Ümit  Vapuru’nun  resmini  görür. Ambarlarında,   Anadolu’ya   silâh  kaçırıldığı  ihbarı  üzerine,  Yunanlıların  gemiyi  kontrol  altına  aldığı  haberini  büyük  bir  üzüntü  ile okur. Buna Fena halde üzülür.Fakat, İhsan Bey’in  üzüntüsü,  ne  ambarlardaki  silâhlar, ne  de  Saliha  Hanım’a  verdiği  kurye  zarfı  içindir. Onun  canını  sıkan  tek şey, Saliha  Hanım’a  koynunda  saklamasını  söylediği, Mustafa  Sağir ile      alâkalı  olan küçük  zarftır.     
            Gazetede  bu  haberi  okuduktan  sonra,  hemen  yatağından  fırlar, Harem  iskelesinden  vapurla  karşıya  geçip, bir  kayıkla  limanda  demirli  olan  Ümit  Vapuru’nun  etrafında  dolaşmaya  başlar.  Yunan  askerleri  güvertede   nöbet  tuttuğu  için  yukarı  çıkmak  yasaktır.  Bütün  bu  çaresizlik  ve  sıkıntılar  içinde kıvranırken,  bir  ara  güvertede  Saliha  Hanım’ı  görür. Koynundaki  zarfı  hemen ( istihbarattan olan)  gemi  kaptanına  verip, kendisine  ulaştırmasını  rica  etmesini, Yunanlı  nöbetçilere  çaktırmadan  çeşitli  işaretle  anlatır.  Sonra  rıhtıma çıkıp  kaptanı  beklemeye  başlar. Uzun  bir  beklemeden  sonra, gemi  kaptanı  acentelere  mahsus  özel  bir  çantayla  büyük  zarfı  getirir. Hâlbuki,  onun  aklı  fikri,  Saliha  Hanım’ın  koynuna  koyduğu  küçük  zarftadır. Çünkü, ötekinin  birer  kopyaları  elinde  vardır.  Ama,  Mustafa  Sağir  ile  ilgili  zarfın  ikinci  bir  kopyası  yoktur. 
            Hemen  kaptanla  Saliha  Hanım’a  tekrar  haber  gönderir;  kendisi  de  yine,  kayıkla  Ümit  Vapuru’nun  etrafında  dolaşarak,  koynundaki  zarfı  kaptana   vermesini  işaretlerle  anlatır. Nihayet, akşama  doğru  ikinci  çıkışında  kaptan  küçük  zarfı  getirir.  Böylece,  İhsan  Bey  de  derin  bir  nefes  alır.
           İhsan  Bey,  akşam  evine  gider, silâhını  ateş  etmeye  hazır  hale  getirip, kapılarını  da  sıkıca  kapattıktan  sonra,  gece  boyunca  Ferit  Cavit’in  bu  zarfı  nasıl  ele  geçirdiğini  düşünür   ve   sonuç  olarak,  onun  ikili  oynayan,  hem  İngilizlere  hem  de  bize  muhbirlik  yapan bir ajan olduğu  hükmüne  varır  ve  bundan  böyle  de,  kendisine  yaptığı  ziyaretleri  seyrekleştirir. Daha sonraki  gelişmeler  İhsan Bey’i  bu düşüncelerinde haklı  çıkarır.
          Ertesi  sabah  Yıldız  Sarayı’na   gider.  Orada  bulunan   Neşet  Bey’e  meseleyi  anlatır.  Aralarında  yaptıkları  müzakere  sonucunda  zarfı  tekrar  Saliha  Hanım’la – ki  gemi  hâlâ  limandan  ayrılmamıştır-,Ankara’ya  göndermeyi  kararlaştırırlar. Bu karar üzerine  tekrar  Saliha  Hanım’a  teslim edilen zarf,  salimen  Atatürk’e  ulaştırılır. Bir  süre  sonra  Atatürk,  kendisine  getirdiği  zarfta  yazılı  olanları bilip  bilmediğini  Saliha  Hanım’a  sorar. O  da,  haberi  olmadığını  söyleyince,  Atatürk  zarfın  içinde  yazılanları  kendisine  okur.  Bunlar:
     “  a) Mustafa  Kemâl,  mutat  olarak  evinden  hangi  saatlerde  çıkar, hangi  saatlerde  döner?
         b) Mustafa   Kemâl, otomobilin  neresinde  oturur?
         c) Mustafa   Kemâl’in  hususi  doktoru  kimdir?
         d) Mustafa   Kemâl’in  dişçisi  kimdir?
         e) Mustafa   Kemâl’in  ilaçları  hangi  eczanelerde  yapılır”  maddelerinden  ibarettir .
         Olayların  seyri  bu  şekilde   devam  ettiği  sırada,  Anadolu’ya  geçen  İhsan  Bey,  Genel  Kurmay  başkanlığı  telsiz  ve  telgraf  istasyon  kumandanlığına  tayin  olmuş  ve  o  sırada, “  İstanbul  işgal  kumandanlığı  -zannederim  General  Harrington- karargâh  telsizi  beni  aradı  ve  çok  acele  mühim  bir   telgrafı   olduğu”  haberini  verince,  durumu  hemen  dışişleri  bakanı  Yusuf  Kemal  Bey’e  bildirir. O  da, telgrafı  almasını, fakat  “ telgrafın  alındığını  teyit  etmemesini”  söyler.
         Telgraf  Fransızcadır.  İhsan  Bey  telgrafı  alırken,  cümle  cümle  hariciye  vekili  Yusuf  Kemal  Bey’e  okur. Telgrafın  konusu,  “yakalanan  ajan  Mustafa  Sağir’in  idam  edilmemesi   konusunda  hükümete  verilen  çok  şiddetli  bir  nota’dır.” 
          İhsan  Aksoley, telgrafın  alındığını  tasdik  etmemek  için,  “ şiddetli  atmosferik  tesiratı”  karşı  tarafa  mazeret  olarak  bildirir. İngilizler   telgrafı  tam  üç kez  tekrar  ederler. İhsan  Bey  de,  her   defasında  hep  aynı  mazereti,  “ atmosferik  izacını -bozukluğu”  bahane  eder. Zaten  Mustafa  Sağir  de  o  arada  idam  edilmiştir.


        Mehmet Akif’in Ailesi  ile  Hindli  Ajan  Aynı Gemi de .
         Emin Akif  bu olayı daha farklı bir açıdan anlatmaktadır. Mehmet  Akif’in  Ankara’da  geçen  hayatına  dair  hatıralar, oğlu  Emin  Akif  Ersoy’un  ağzından  1948 yılında, Cemal  Kutay  tarafından  çıkartılan  Millet  Mecmuası’nda  yayınlanır. Bu  hatıralarda,  Akif’in  Ankara’ya  gidişi, orada  bulunduğu  sırada, bir  yandan  Kuva-yı  Milliyeye  dair  çalışmalarını sürdürürken, diğer  taraftan  da  aklı  hep  İstanbul’da  yalnız  kalan  ailesiyle  meşguldür. Posta  haberleşmesi  olmadığından,  onlardan  haber   alamadığı  gibi,  maddi  destekte  de  bulunamıyordu. Ayrıca,  o  sıralarda  Konya’da  isyan emareleri  baş  göstermeye  başlamıştı.  O yüzden, halka  nasihat  etmek   üzere,   üstadın  Konya’ya  gitmesi  münasip  görülmüştü.  Akif,  bu  karar  üzerine  Konya’ya  gitmiş, orada  halka  birtakım nasihat  ve  telkinlerde  bulunarak,  memleketin  yıkılmak  üzere  olduğunu,  bütün  milletin  bir  vücut  halinde  birleşerek,  Ankara’da  kurulan  hükümete  yardım  etmeleri   lâzım  geldiği  yolunda  telkinlerde  bulunması  üzerine,  Konyalıların  kendisine:
           -“Biz  Selçuk  oğullarındanız.  Bizden  olmayan  bir  hükümetin  yıkılmasından  bize  ne?” dediklerini   ve  bunu   her  anlattığında  da,  gözlerinin  yaşla  dolduğunu  Eşref   Edip  nakletmektedir.
           Kafasında  ailesi  ile  ilgili  bu  endişe  ve  sıkıntılar  içinde  kıvranarak,  oğlu ile birlikte Konya’ya
giden  Akif,   orada  yaptığı  Kuva-yı  Milliye  lehindeki  çalışmalarından sonra,  Ankara’ya  dönerler. Koyun  Pazarı’nda  bulunan  Hacı  Kadir  Ağa’nın  dükkânında  öğle  yemeği  yerken, orada, Bolulu  eski  emektar  aşçılarından  Halil  Ağa ile karşılaşırlar. Halil Ağa,  Akif’in  itimat  ettiği  bir  dostudur. O  yüzden  Akif  bu Halil  Ağa’yı,  ailesini  İstanbul’dan  Ankara’ya  getirmekle  görevlendirir. Halil  Ağanın  İstanbul’a  hareket  edişinden  bir  süre  sonra,  Emin  Akif  de  babası  ile  birlikte,  Ankara’dan  aileyi  karşılamak  için  İnebolu’ya  giderler.    
           İstanbul’dan  Halil  Ağa’nın  gözetiminde  Bahri  Cedit  vapuru  ile  yola  çıkan  aile, İnebolu’ya  geldiklerinde,  denizdeki   fırtına  yüzünden  karaya  çıkamazlar. Deniz  çok  dalgalıdır, bu  yüzden  Bahri  Cedit  limana  yanaşamaz.  O  gün,  Bahri  Cedit  gemisinden  dört  çifte  sağlam  bir  kayık, sadece  tek  bir  yolcu  alır: O  da,  ajan  Hindli  Mustafa  Sağir’dir. 
           Emin  Akif, Mustafa  Sağir’in  Hint  Müslümanları  ile kurtuluş  mücadelesi  veren  Türkiye’nin  münasebetlerini  tanzim  etmek  için,  İslâm âlemi  adına  Ankara  Hükümeti  nezdinde,  sözde  elçi (?) olarak  gönderilmiş  olduğunu, o  yüzden  kendisine,  Hindistan’ın  Ankara  Hükümeti’ni  alkışlayan  bir  ferdi, İslâm  âleminin  Anadolu’da  bulunan  temsilci  bir  üyesi  süsünü  verdiğini,  Mehmet  Akif  de,  eskiden  beri  İttihâd-ı  İslâm  teşkilâtında  çalışan  bir  fikir  adamı  olduğu  için, Mustafa  Sağir  ile samimi  olup,  onun  iç  yüzünü  henüz  bilmeden,   bu  İngiliz  casusunu  kaç  defa,  Tacettin  Mahallesi’ndeki   evine  davet  ettiğini, bu  arkadaşlıktan  kendi  hesabına  faydalanmayı  düşünen  Hintli  casus  da,  haberleşme  işlerinde  babasının  adresiyle  mektuplaşmayı  uygun  görmüş  olduğunu  belirttikten  sonra:   
            “ Lâkin Mustafa  Sağir  namı ile  Hindistan’dan,  İstanbul’dan,  hatta  Mısır’dan  babamın  adresine  o  kadar  çok  mektuplar,  koca  koca  zarflar  geliyordu  ki, peder  şüphelenmeye  başladı. Hiç  unutmam.  İstanbul’dan   Mustafa  Sağir’e  gelen  büyük  bir  zarfın  bir  ucu  kazara  yırtıldı. Zarfın  muntazaman  katlanmış  sahifelerce  muhteviyatı  görünüyordu.  İkimizin  de  nazarı  dikkatinin  çeken  şey, zarfın  içindekilerinin  “yazısız” oluşuydu. Babam  artık  dayanamadı.  Zarfı  yırtarak  açtı. Satırsız  büyük  eser-i  cedit  kâğıtları  bomboştu.  Yalnız  bu kâğıtları  katlayan  bir  tabakada  üç  dört  satırlık  bir  yazı  vardı. İstanbul’da  havaların  yağmurlu  gittiğinden  bahsediyor. Mustafa  Sağir’e  muvaffakiyetler  temenni  ediliyordu. Daha  sonra  diğer  sahifeler  tahlil  edildi. Mektubun, bu  gibi  hallerde  kullanılan  kimyevi  mürekkeple  yazıldığı  anlaşıldı.
           Aradan  üç  dört  ay  geçtikten sonra,  aynı  adamın  Ankara’da  Büyük  Millet  Meclisi  karşısındaki  meydanlıkta  asılmış  cesedini  gördüm.  Kurnaz  bir  İngiliz  casusu  olan  bu  Hintli’ye  hiç  acımadım.  Mustafa  Sağir, Sağir  değil  kebir  bir  hain  olmasının  cezasını  hayatı ile  ödedi;  darağacında  can  verdi .” ifadesinde bulunur.


NETİCE:
           Topkapılı Cambaz Mehmet, Mustafa Kemal’in Şişli’deki  evinde  onunla gizli görüşmesi sonucunda aldığı emir üzerine İstanbul’un işgalinden evvel M.M. Gurubunu kurar. Teşkilâtın görevi ise, İstanbul’dan Anadolu’ya  savaş için gerekli olan her şeyi  kaçırmaktır.
Yaptığı ilk toplantıda, İ’tilâf devletlerinin  13 Kasım’da  İstanbul’u işgal edecekleri haberini  yüzbaşı  Galip Bey’den  alınca, İ’tilâf  devletlerinin  ilk  hedefinin,  Mustafa  Kemal  Paşa  olacağını düşünen  Cambaz  Mehmet, onun Şişli’deki  evi  etrafında  yoğun güvenlik  tedbirleri  alır.Bunun ardından  yapmış olduğu toplantıda, ilk ele alınan konu, silâhların depolardan  çalınıp nasıl taşınacağı konusudur. Bu  tartışma  sırasında Topkapılının, İstanbul’un  tanınmış  bütün  hırsız ve yankesicilerinin  emrinde olduğunu  söylemesi, guruptakilerin  gülüşmesine  sebep olur. Bunu  gören  Topkapılı  arkadaşlarına, bunları küçümsememeleri  gerektiğini; hırsızdırlar, yankesicidirler, ama en az benim ve sizin kadar vatansever olduklarını, hepsinin  vatan için ölmeye ant içmiş birer serdengeçti  olup, harekete geçmek için emir beklediklerini  hatırlatma gereği duyar.  
1 Mayıs 1919’da Emin Ali Bey’in isteği üzerine yapılan toplantıda, Mustafa  Kemal’in  Türkleri  sindirmek  ve  silâhlarını toplamak üzere  padişah tarafından müfettiş  olarak görevlendirildiği, bu konuda kendisine verilen talimatnameyi  de,yanında getirdiğini  belirttikten  sonra, odada bir kahkaha  ve bir neşe tufanı kopar.  Topkapılı ise düşüncelidir. Çünkü, İtilâf devletlerinin bu hareketi  tasvip etmeyip,  önlemeye  çalışacağını, bunu başaramazlarsa, Mustafa Kemal’e  suikast  düzenleye  bilecekleri  endişesini  dile getirir. Bu  endişe  üzerine, 15 Mayıs 1919 günü, Galata Rıhtımı’nı  tepeden  tırnağa  silahlı  adamları  ile doldurur.  Ayrıca, adamları arasından seçtiği 50 tane  yetenekli  İnebolulu  fedai  genci  de, Bandırma Vapuru’na  yerleştirir.
Anadolu’da bu hareket  başlatılırken, İstanbul’da  da sırtını  İşgal Kuvvetlerine  dayayan  ve  hükümetin iktidarsızlığından da  istifade eden ihanet  şebekeleri,  birer  birer  ortaya çıkar. Diğer taraftan,  Karadeniz  Ordusu  Başkomutanlığına  atanan  General  Milne de, Cambaz Mehmet’in tahmin ettiği gibi, Mustafa  Kemal  Paşa’nın  Samsun’dan  Anadolu’ya  ayak basmasından kuşkulanır  ve onun yetkilerinin  kısıtlanması  için hükümete  devamlı  baskı yapar. Bu  baskı sonucunda, Mustafa  Sabri  Efendi  başkanlığında  toplanan bakanlar  kurulu, Mustafa Kemal Paşa’yı  görevinden azleder.
İstanbul’da  ve hükümet  cephesinde  bunlar  yaşanırken, Topkapılı da boş durmaz. İşçileri, arabacıları  ve barış  zamanlarında kanunsuz  işlerle  uğraştıkları için toplum tarafından dışlanan, kanun dışı ilan edilen ne kadar  hırsız  ve yankesici  varsa,  askerlerle  birlikte onları da  teşkilâtlandırır. Bu teşkilatın içinde İstanbul’un kaymak tabakası, sosyetesi  ve  şehrin önde  gelen eşrafının  aile fertleri yoktur. Barış zamanında  ülkenin kaymağını yiyen bu tabaka, savaş  zamanında da, menfaatini korumak için ya Şişli semtlerinde dolaşarak günlük menfaatini  kollamış, ya da İngilizlerin yoğun olduğu yerlerde dolaşıp, sahip oldukları  hakları-ülkeyi değil-koruma uğruna, her çeşit yolu mubah sayan bir  politika takip etmiştir. Sözü edilen  bu toplum kesimi,  verilen  mücadelenin içinde yoktur.Barışta olduğu gibi, savaşta da yük yine, Mehmetçikle  birlikte  toplumun alt tabakasını oluşturan  fertlerin  omuzlarına yüklenmiştir.
Bunlardan sonra, üniversite  gençliğine  el atan Topkapılı, Beykozlu  Temel  Kaptan’ın  teknesi  ile ilk gençlik gurubunu Mustafa  Kemal’in emrine gönderir. Ayrıca, saraylarda  çalışan hizmetçiler  yoluyla da, oralarda  olup bitenleri  öğrenip, sıcağı sıcağına Ankara’ya bilgi verir.
İstanbul’da, olayların bu şekilde cereyan ettiği sırada, yerli iş birlikçileri teşkilâtlandırmak için, Yunanistan‘dan  da  misafirler  gelir. Bunlar, yerli Rumları silâhlandırmak için gelen jandarma Albayı  Alexandros  ile İstanbul’a  Yunan gizli servisini  kurmaya gelen  Alexandro  Pulo’dur.  Fener Rum  Patriği  de, bunları karşılamak için bir gurup adamı ile  Sirkeci Garı’nda  bekler. Amaç,yerli Rumları  teşkilatlandırıp isyana teşvik etmektir.Sonuç başarılı olursa, bunun adı  bağımsızlık savaşı, ya da halkın Türklerden  kurtuluş mücadelesi  şeklinde değerlendirilecektir.
Bu sırada, çalışmalarına darbe vuran baş belâsı  yüzbaşı  Bennet’e   yaptığı suikast  sonucu, Kürt  Mustafa  Paşa  başkanlığındaki  yüksek  mahkeme tarafından idama mahkum edilen  Topkapılı, Papaz  Fru’nun  Kürt  Mustafa’ya gönderdiği  tehdit  mektubu sayesinde  idamdan  kurtulur.  Ama  General  Harrington  Topkapılı’nın peşini  bırakmaz. Onun için özel bir suikast planı düzenler, fakat başarılı olamaz.
Savaşın sona erip, Türk Ordusu’nun  İstanbul’a girmesinden bir süre sonra, Topkapılı  Ankara’ya  davet  edilir.  Bu davet üzerine Ankara’ya giden Topkapılı, kılıksız diye,Cumhurbaşkanlığı  köşkünün kapısındaki  güvenlik görevlisi  tarafından içeri alınmaz. Atatürk’ün yaverine  haber  verir. Yaver  gelir; onları alıp paşaya götürür.
Görüşme  sırasında  Atatürk kendisine, İstanbul’dan mebus olması teklifinde bulunur. Fakat Topkapılı, bu teklif ve iltifata teşekkür  edip, kibarca geri çevirir.    
Mustafa Kemal, General Harrington’ın  makam arabasını çalıp, Akşehirde  kendisine verilmek üzere Maraşal  Fevzi  Çakmak’a  teslim eden ve  böylece  General Harrington’ı  bile çileden çıkaran bu fedakar gençteki   liyâkat ve  zekâyı, yıllar öncesinden keşfetmiştir.Paşa, onun  fadakârlığını, vatanına olan sevgisini  ve yaptığı hizmete karşılık beklemediğini  bilmekle  birlikte, yine de  onun bunca  emeğinin  karşılıksız kalmasına gönlü razı olmaz. Ona, vatana yaptığı hizmet  dolayısıyla, o gün için hayli  yüksek  olan  hatırı sayılır, aylık 1500 lira gibi bir maaşı,Türkiye  Büyük Millet  Meclis’i  kararıyla bağlatır.Bu düşünce,Mustafa Kemal’in hem ona verdiği değeri,  hem de bunca subay varken  Topkapılıyı  neden  teşkilatın başına getirdiğini, göstermesi  bakımından önemlidir.Ancak o,kendisine  yapılan  mebusluk teklifini  reddettiği  gibi,  bunu da kabul etmez.Çünkü  o, bu  hizmeti  para  karşılığında yapmamıştır.Bu parayı, Kızılay’a bağışlamasını yaverine emreder.Kendisi de kalan hayatına, İstanbul şehir meclisi üyeliğinden aldığı cüzi bir ücretle  mütevazi  hayatına  devam eder.
Ölümünden sonra  geride bıraktığı eşi ile tek   varlığı olan oğlu Ali Büyük Yılmazel’le, Atatürk ve Fevzi Paşa sağlıklarında ilgilenirler. Fakat onların ölümünden sonra, kendileriyle kimse ilgilenmez. Varını yoğunu, tutulduğu göz hastalığının tedavisi için harcayan Büyük  Yılmazel, sefalet içinde, fakat onuru ile kimseye el avuç açmadan sessizce bu dünyadan ayrılır.
Bu büyük mücadelede bulunan teşkilâtın  bir diğer önemli siması da, telgraf  muhabere  subayı  İhsan Aksoley’dir.  Genç  yaşta  vatan hizmetine gönüllü olarak  talip olduğu için, Enver Paşa’nın da takdirini kazanan  bu genç  subay, Afrika’da  düştüğü  düşman   esaretinden  kurtulup  İstanbul’a döndükten sonra, istihbarat teşkilâtında  göreve başlar. Ruşen Eşref Bey gibi önemli  kişilerin  Ankara’ya kaçırılması ve Ferit Cavit gibi iki yönlü-hem İngilizlere hem de Türklere-ajanlık yapanlar  ile Mustafa Kemal’e suikast planlayanların yakalanmasında  önemli hizmetler görür. Onun bu istihbarat çalışmaları sayesindedir ki, Hintli ajan  Mustafa  Sagir,  Ankara’da  yakalanır ve General  Harrington’ın  bütün engellemelerine rağmen, idamdan kurtulamaz.
Emin Akif,1948’de Cemal  Kutay’a  verdiği mülâkatta,  bu ajan Hint  Müslümanlarını temsilen Ankara’ya  geldiği için, Mehmet Akif’in onunla  dostluk kurduğunu, onun  da, bu dostluğun verdiği güvenle, haberleşme işlerinde Akif’in ikamet ettiği  mekânı  kullanmaya  karar vermiş olduğunu söyler. Bir süre sonra kendisine   gelen zarfın bir ucu kazara yırtılır. Zarfın içindeki kâğıtların yazısız olması Akif’in dikkatini çeker ve  zarfı yırtarak açar. Yapılan incelemede, mektupların  görünmez kimyevi  bir  mürekkeple  yazıldığı  anlaşılır. Konuyla ilgili, İstanbul’dan da  ayrı  bir  dosyanın gelmesi  ile artık, casusluğu kesinleşen Mustafa Sagir, Büyük Millet Meclis’i karşısındaki  meydanlıkta  asılarak cezalandırılır. 
Sonuç  itibarı ile yukarıdan beri hakkında bilgi verdiğim  insanlar için, vatan bahis konusu ise, para pul ve dostluğun önemi  olmaz; bu yüzden yapılan ihanete de göz yumulmaz. Topkapılı Cambaz Mehmet  ve  Mehmet Akif  gibi  idealist insanlar daima, Atatürk’ün de ifade ettiği gibi  “Söz konusu vatan olunca gerisi teferruattır” fikrinden hiçbir zaman ayrılmazlar.

 İhsan  Aksoley, Kuleli  askeri  lisesinde  muhabere  subayı  olarak  mezun  olduktan sonra, 1917’de  telsiz  ve  telgraf  istasyonu  kurmak  için, Enver  Paşa’nın  emri  ile  Fizan’a  gönderilir .  Fizan’a  gidiş  yolculuğunu, Sirkeci’den  kalkan  bir  tren ile Adriyatik  Körfezi’nde  Avusturya’nın  deniz  üssü  olan  Pola  şehrine, oradan  da  bir  U-73  numaralı  Alman  denizaltısı  ile  kuzey  Afrika’da  bulunan  Fizan’a  gider. Mondros  Mütarekesi’nin  ilanından  sonra  1919’un  Eylül’ünde  memlekete  döner.
İstanbul’a  inince  bir  Ermeni’nin  tahriki  ile  işgal  kuvvetleri  subaylarının  tacizine  uğrar. Bundan  sonraki  hayatı, İstanbul’da bir  istihbaratçı  olarak  Mustafa  Kemal  Paşa’nın  emrinde,  Anadolu’ya  silâh, malzeme, insan  kaçırma  gibi işlerde  çalışarak geçmiş, daha  sonra  da  Anadolu’ya  geçmiştir. Tuğ  general  rütbesiyle  emekli  olmuş, 31 Ekim 1975’te  vefat  etmiştir. Ruhu şâd olsun.

İhsan  Aksoley,Teşkilât-ı  Mahsusa’dan  Kuva-yı  Milliye’ye,  Kahraman  Bir  Türk  Subayının  Anıları, İstanbul,2009,s.138.   

İhsan  Aksoley,Teşkilât-ı  Mahsusa’dan  Kuva-yı  Milliye’ye,  Kahraman  Bir  Türk  Subayının  Anıları, İstanbul,2009,s.138.

A.g.e.s.143-144.

 Olayların daha sonraki gelişmeleri, Ferit Cavit’in ikili oynayan bir ajan olduğu yolundaki düşüncesinde  İhsan Aksoley’i  haklı çıkarmıştır. İstiklâl Mahkemesi kayıtlarına düşen bilgilerde, Mustafa Sagir’in, 10 yaşından itibaren  İngilizler hesabına casusluk yapmak üzere, özel olarak yetiştirildiği, İngiliz Dışişleri Bakanlığının onayı ve İngilizlerin İstanbul’daki ajanı Albay Nelson’ın emriyle de  İstanbul’a getirildiği anlaşılmıştır.
Mustafa Sagir, kendisine sorulan bir soru ya verdiği cevapta da, suikast konusunda tecrübeli bir ajan olduğunu itiraf etmiştir. Bu konuda, Afgan Emiri için hazırladığı bir öldürme  planının, başarı ile uygulandığını mahkeme huzurunda itiraf etmiş,bu tecrübesini Ankara’da  da  tekrarlamak için geldiğini söylemede bir sakınca görmemiştir.İngilizler,Mustafa Kemal’in yanı  sıra Şeyh Sünusi hakkında da bilgi istemektedirler.Mustafa Sagir’e gönderilen son mektupta  bu yolda  da bilgi istenmektedir.Mustafa  Sagir bu faaliyetlerinde tek başına değildir.Ferit Cavit ile birlikte,eski Bağdat Belediye Reisi  İzzet  ve  deniz teğmeni  Ürgüplü Arif  Paşazâde Mehmet Ali de, ona yardım eden yerli ajanlardandır.
Ferit Cavit, Mustafa  Sagir’in İstanbul’daki haberleşme ayağını oluşturan bir gazetecidir. O,para karşılığında, İngiliz casus örgütü başkanı Nelson ile Mustafa Sagir  arasındaki haberleşmeye aracılık eder.Mustafa Sagir’den aldığı gizli raporları Albay Nelson’a, ondan aldıklarını da Mustafa Sagir’e
ulaştıran bir aracıdır. Çünkü Mustafa Sagir, Ankara’da Mehmet Akif’in ikametgâhını, İstanbul’da da  Ferit Cavit’in ikametgâhını kendisine yazışma adresi olarak  seçmiştir.
İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanması sonunda, suçu sabit görülen  Mustafa  Sagir, oy birliği ile idama, Ferit Cavit’in Mustafa Sagir yakalanmadan önce yaptığından pişmanlık duyup, durumu İstihbarat Komisyonu Reisi  Binbaşı Rıza Bey’e haber vermesi, hafifletici bir sebep sayılıp, oy çokluğu ile ömür boyu kürek mahkumiyetine, Bağdatlı İzzet oy çokluğu ile kalebentliğe, teğmen Mehmet Ali’nin casusluğu ise, sabit görülmediği ve kendisinde  yeterince milli mücadele direnci olmadığı  için oy çokluğu ile İstanbul’a iadesine karar verilmiştir.
(Alpay  Kabacalı, Türkiye’de Siyasal Cinayetler,3.Baskı, s.228-229, Gürer Yayınları,İstanbul,Ekim 2007,s.228-229)

İhsan  Aksoley,Teşkilât-ı  Mahsusa’dan  Kuva-yı  Milliye’ye,  Kahraman  Bir  Türk  Subayının  Anıları, İstanbul,2009,s.146-147.

.a.g.e.s.140-142.

 Eşref Edip, Mehmet  Akif,Birinci  cilt,İkinci Tab’ı, Sebilürreşad Neşriyatı,1960,İstanbul,1960,s.142.

Cemal Kutay, Necid  Çöllerinde  Mahmet  Akif, Cemal Kutay Kitaplığı 8, İstanbul,1978,s.162-164.

  

     

*Yazarımıza görüş ve önerilerinizi bilgi@sakaryaaydinlarocagi.org e-posta adresi aracılığıyla gönderebilirsiniz.

Bookmark and Share Arkadaşına Gönder Arkadaşına Gönder Yazdır  

 

 
B&G Copyright © 2020 Tüm hakları saklıdır ve tüm içeriğine ait lisans ve telif hakları T.C yasalarınca korunmaktadır. İzinsiz kopylanması veya yayınlanması yasaktır.Web sitemizde yer alan her türlü yazı, makale şiir vb. eserlerden, eser sahibi sorumludur. Sakarya Aydınlar Ocağı'nın resmi görüşü olarak değerlendirilemez.